Otoyolları geçin, tarihi eserler bile özelleşebilir ama...

Otoyol ve köprülerin özelleştirmesi ve bu özelleştirme üzerine olan tartışmalar bana hem oldukça öğretici hem de epey eğlenceli geliyor. İlk önce eğlenceli tarafı şu; kendilerini ben bildim bileli ‘liberal’ diye anlatan, öyle tanınan, hatta liberal öğreti ile neoliberal uygulamalar arasındaki temel farkı pek anlamak istemedikleri için diyelim, son otuz yıldaki devletçi-neoliberal uygulamaları ‘liberalizm’ sanıp militanlığını yapan iktisatçı arkadaşlar şimdi birdenbire köprü ve otoyol milliyetçisi kesildiler. Bunların karşı çıkış gerekçeleri çok geniş; takip etmekle zorlanıyorum ama mesela önümüzdeki yılların bütçe gelirlerini nasıl olur da bir kere de iskonto edersiniz (kırdırırsınız) diyene de rastladım. Bütçe, devletin vatandaşlardan topladığı vergilerle yaptığı altyapıyı yeniden vatandaşlara pazarlamasıyla kotarılan bir ‘şey’ değildir. Kapitalist bir ekonomide bütçe, iktisadi faaliyetler sonucu oluşan kâr ve gelirlerden alınan vergilerden oluşur. Eğer ekonomi, böyle bir bütçe geliri üzerine oturmazsa o ekonomi, hele bu zamanda, üç vakte kadar batar.

Bunun dışında, devlet iktisadi tekel olup bu tekellerin gelirleri ile bütçe yaparsa orada sanıyorum piyasa ve demokrasi dışında her şey olur. Bakın, eğer kafanızda gerçekten liberal bir model varsa bu özelleştirme uygulamalarına, mesela devlet tekelinin doğrudan özel tekellere devredilmemesi çerçevesinde karşı çıkabilirsiniz. Örneğin son özelleştirmede, otoyolları işletecek tekelin, keyfi fiyat ve benzer ticari yaptırımlarını, fiyat artışlarını sözleşme çerçevesinde sınırlayan 6001 sayılı Kanun’un önleyip önleyemeyeceğini niye kimse tartışmıyor. Devletin işletme tekelini özel alana devrediyorsunuz, tamam ama burada iki önemli kurumsal yapının oluşması gerekir. Birincisi, piyasaya giriş serbestîsinin her an olması ancak eğer piyasaya giriş serbestîsinin fiziki sınırları varsa -köprü ve otoyollar gibi- burada da kamu adına piyasa denetim kurumlarının oluşturulması gerekir. Demek ki, hem piyasaya girişi ve piyasa denetimini oluşturacak kurumların-örneğin bir Rekabet Kurumu, tabii SPK gibi- sağlam temellere oturtmamız ve kurumsallaştırmamız gerekir.      

Türkiye’de özelleştirme devletçi yağma ekonomisinin devamı olarak gündeme gelmiş ve bu çerçevede uygulanmıştır. Oysa dünyada, özelleştirme uygulamaları tam anlamıyla, devletçi ekonomiden çıkışın başlangıcı olarak gündeme oturmuştur. Özelleştirme, Türkiye’de hem sağ hem de sol tarafından bir mülkiyet sorunu olarak algılandı. İngiltere’de özelleştirme hareketi kamunun elindeki konutların satılması ve kamu tarafından finanse edilen mal ve hizmetlerin çeşitli sözleşmeler yolu ile özel sektöre yaptırılması ile başladı. Kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesine ilk örnek ise 1984’te British Telecom’un (BT) hisselerinin yarıdan fazlasının satılması oldu. Bu tarihten sonra özelleştirme hareketine kamu iktisadi teşebbüslerin özelleştirilmesi damgasını vurdu.  

Oysa Türkiye’de Türk Telekom’un özelleştirme hikâyesi bilinir. Burada vesayetçi yargı ve siyaset güçlerinin işbirliği ile Türk Telekom uygun konjonktürü kaçırmış ve değerinin çok altında satılmıştır.

Sermaye Piyasası Kurulu niye önemli?

Telekom engellemesi, devletin iktisadi teşebbüslerini halkın malı zanneden, devleti kapitalist ekonomiden soyutlayan, yağmacı-devletçi anlayışın somut örneğidir. Öte yandan özelleştirmeyi yağma sanıp devlet tekellerini özel tekellere devreden anlayış da bugün bitmesi gereken bir yaklaşımdır. Burada en uygun model, menkul kıymetleştirme modelidir. Devlet burada bir muhafaza ve koruma gücü olarak bulunur. Ve bu yolla devletin elindeki her şey, resim-sanat koleksiyonları ve tarihi eserler de dâhil olmak üzere, sekürize edilebilir. (Özal, Calp’a tam da bunu anlatmak istemiştir.) Bunların mülkiyeti yine sonsuza kadar kamunun olur. Ama örneğin SPK’nın öncülüğünde oluşturulan değer ve gelir endeksleriyle bu kâğıtları alan küçük yatırımcılar, halk, para yatırdığı kamu değeri değer kazandıkça para kazanır. Yani o ülkenin halkı, ülkesinin değerlerine, birikimine yatırım yapmış olur ve buradan da hem devlet hem de küçük yatırımcı para kazanır. Ama bunun için güçlü bir sermaye piyasası ve onun kurumu gerekir.  

Peki, biz Türkiye’de gerçek anlamda rekabetçi bir piyasa ekonomisini geliştirecek, Türkiye’yi bölgesinde ve dünyada öne çıkartacak anlayışı yakalayabildik mi? Tabii ki hayır, örneğin SPK’da bundan sonra neler olacağı beni çok düşündürüyor. Borsadaki şirket sayısını bu yıl 400’ün üzerine çıkaran, özellikle orta boy sanayi işletmelerinin halka arzında başarılı olan, sukuk gibi çok önemli enstrümanların ihracını gerçekleştiren, KOBİ piyasası için ciddi adımlar atan ve yeni kanunla çok önemli bir denetim gücü kazanan SPK’nın nasıl biçimlendirileceğini takip edeceğiz.