Pasifik Savaşı, en yaratıcı filmim

Laurel and Hardy filmleri bana hitap ediyor... Film toplamaya başladığımda eşime ‘Sadece en beğendiğim 10 filmi alacağım’ dedim, 7 bin DVD oldu.

Ünlü yönetmen, senarist ve yapımcı Guillermo del Toro, altı yıllık suskunluğunu bu hafta gösterime giren ve bir bilimkurgu şöleni olan Pasifik Savaşı ile bozdu. Del Toro’dan STAR cumartesi’ye özel röportaj...

Dünyaya geldiği Meksika’daki çocukluk kabusu canavarları beyazperdeye taşıyan 50 yaşındaki Del Toro, Pan’ın Labirenti ile zihninin en gerisindeki yaratıkları bize gösterdi. 2006 yılında çektiği bu filmle En İyi Senaryo Oscar’ına aday gösterilse de film, En İyi Makyaj, En İyi Görüntü ve En İyi Sanat Yönetmeni Oscar’ı kazandı. 2002 yılında Blade’in yönetmeni, 2004’te Hellboy’un yönetmen ve senaristi, 2011-2012’te Hobbit serisinin senaristi olan Del Toro, daha 20’li yaşlarında yönetmenlikteki başarısıyla Time dergisi tarafından “Yeni milenyum’un 50 genç liderinden biri” gösterilmişti. 2007’de çektiği Yetimhane ve Hellboy: Kan ve Demir’in ardından Pasifik Savaşı ile geri dönen del Toro, bu defa denizden çıkan Kaiju adlı yaratıklara karşı insanoğlunun zorlu savaşını anlatıyor.

-Son filminiz Pasifik Savaşı’nda Charlie Hunnam’ı başrole nasıl seçtiniz?

Charlie ile Hellboy 2’yi çekerken tanıştım. Onu zaten Children of Men ile Nicholas Nickleby’den tanıyor ve çok beğeniyordum. Yenilikçi ve iyi huylu bir aktör olduğunu düşünüyordum, tanıştığımdaysa büyük bir çocuk gibi olduğunu gördüm. Hellboy 2’nin kastında ona rol vermedik ama ‘Seninle bir gün mutlaka birlikte çalışacağız’ demiştim. Sıra Pasifik Savaşı’nın kastını oluşturmaya geldiğinde Legendary Pictures ile kısa bir görüşme yaptım. Bana ‘Raleigh Becket rolü için kimi düşünüyorsun’ diye sorduklarında ‘Charlie Hunnam’ yanıtını verdim. Raleigh karakteri fazla çabalamadan kahraman olanlardan. Charlie de içinde bunu taşıyor işte. O da çabalamadan iyi olanlardan.

KENDİMİ EN KÖTÜSÜNE HAZIRLAMIŞTIM

-Yani Charlie Hunnam, Alfonso Cuaron’un Children of Men’inden ve Rinko Kikuchi ise Alejandro Gonzalez Inarritu’nun Babel’inden geldi. ‘Guillermo, Alfonso ve Alejandro’dan oluşan üç kafadar kastı belirledi’ diyebilir miyiz?

Alejandro ve Alfonso’yla yolculuk yaparken tanıştım Rinko ile ve büyülendim. Aynı zamanda hem kırılgan hem de güçlü görünme gibi zor rastlanır bir kombinasyona sahipti. İnanılmaz güçlü ve cesur ama aynı zamanda da narindi. Aksiyon filmlerinde genç bir kadın oynatacaksanız o kadın çekici olmalı, yoksa dövüş sahnelerinde sıradan bir erkeğe benzer. Benim içinse ne çok erkeksi ne de çok çekici bir kız olmalıydı. ‘Bu kişi Riko’ dedim ve hikayenin zorlama bir aşk hikayesine dönüşmemesi için ona gerçek bir arka plan vermek istedim.

-Oyuncuların sette doğaçlama yapmalarına izin verdiğiniz doğru mu?

Evet, verdim. Eğer Pan’ın Labirenti veya Devil’s Backbone’u seyrederseniz aktörleri kamera ile çok zorladığımı görürsünüz. Bunu sanki bir imza gibi kullanıyorum ama bunun Charlie Day ve Idris Elba’da işe yaramayacağını biliyordum. Idris daha ilk buluşmamızda doğrudan ‘Bak, diyalogları yazıldığı gibi söylemem, üzerinde çalışıp içeriğini değiştirmeden kelimeleri değiştireceğim ve kendimi rahat hissedene kadar buna devam edeceğim’ dedi. Ben de ‘Sorun değil’ dedim. Idris ‘Hangi aksan ile konuşmamı istiyorsun, doğal Amerikan aksanı ile mi?’ diye sordu. Ben de ‘Pentecost karakterinin biyografini yazacağım, Kuzey Londra’dan olacaksın’ diye cevapladım. O da bu aksanın Pentecost karakterine uyduğunu kanıtladı. Idris’e The Wire’da hayran kalmıştım ama daha sonra Luther’da aklım başımdan gitti, mükemmeldi. ‘Aksanı doğru mu yaptım gibi düşünüp kendini sıkmanı istemiyorum’ dedim.

-Böyle uzun bir aradan sonra tekrar kameranı eline almak nasıl bir duygu?

Zorlanacağımı düşünmüştüm ama gayet kolay oldu. Demek istiyorum ki kendimi ciddi ciddi en kötüsüne hazırlamıştım ama kolay oldu. Bugüne kadarki en iyi yaratıcılık deneyimimi yaşadım. Hem desteklendim hem yalnız kalabildim. Yani zevkli bir tecrübe idi, bu yüzden bu filmi çok sevdim.

-Espri anlayışınızı kimden almışsınız?

Sanırım babamdan. Tabii ki annemden de fakat babam daha çok bu kafadır. Gördüğüm en sert ve aynı zamanda en komik adamdır.

-ILM firmasıyla uyumlu çalıştınız mı?

Bu ILM'nin en zevkli deneyimlerinden biri çünkü özel efektçilerin en çok hoşlandığı üç şey canavarlar, robotlar ve Cheetos'dur. Tam da bu sırayla. Filmde üçüne de sahip oldular.

-En beğendiğiniz film hangisi?

Bu haftanın hangi günü olduğuna ve ruhsal durumuma bağlı sanırım. City Lights, Frankenstein, Von Stroheim’s Greed, Mad Max veya Blade Runner diyebilirim.

-Bunlar en çok seyrettiğiniz filmler mi?

Evet, bunlar çok seyrettiğim bazı filmler. Ama daha keşfedilmemiş ve bilinmeyen şeylere de kayabilirim. Demek istiyorum ki Creature the Black Lagoon, Phantom of the Paradise ve Laurel and Hardy’ye de aynı şekilde bayılıyorum. Laurel and Hardy kısa filmlerinin çoğu gerçekten bana hitap ediyor. Ve Buster Keaton... Film toplamaya başladığımda eşime ‘Sadece en beğendiğim 10 filmi alacağım’ dedim, 7 bin DVD oldu.