Pastaneye girmiş obur gibiyim

Son filmi Azur ve Asmar’ı İstanbul’daki bir camide bitiren Michel Ocelot, Türkiye’yi keşfettiğini ve artık Türk olduğunu söylüyor. Şöhretini aslında fakirliğine borçlu olduğunu anlatan Ocelot ile çok özel...

Fransa'nın canlandırma sineması ustalarından Michel Ocelot, Uluslararası Canlandırma Günleri’nin konuğuydu. Ocelot’nun Azur et Asmar/ Azur ve Asmar, La Belle Fille et le Sorcier/ Güzel Kız ve Büyücü, La Bergere Qui Danse/ Dans Eden Çoban, Les Princes des Joyaux/ Mücevher Prensleri, Kirikou Des Hommes et Des Femmes/ Kirikou Erkekler ve Kadınlar adlı filmleri UCG kapsamında gösterildi. Türkiye’ye ilk kez gelen Ocelot ile Fransız Sarayı’nda konuştuk.

- Filmleriniz birer masal atmosferine sahip. Konuları ve tarzı nasıl belirlersiniz?

Bazen geleneksel bir masal beynimde bir şey tetikler ama sadece bir tepkidir, tamamı değil. Asla uyarlama yapmam. Ondan beslenirim. Bazen de var olan öykülerin dışında ifade etmek istediğim şeyler olur. Kirikou ve Büyücü adlı filmimde cereyana kapıldığım fikir cesur ve saf bir doğumdu. Doğuştan büyük bir kahramandı ve büyücüyü öldürüyordu. Burada gösterilen Azur ve Asmar adlı filmim İstanbul’da güzel bir camide sona eriyor. Hararetle tartışılan bir gündem maddesinden söz etmek istedim: Burada ve şimdi birbirimizi anlayabiliyor muyuz? Başka dinlere inanan insanlar birbirini anlıyor mu? Karşı cinsler birbirini anlıyor mu? Yaşlılar ve gençler, yerli ve göçmen halklar birbirini anlıyor mu?

- Siluet tarzında canlandırma yapıyorsunuz, neden bu tekniği kendinize yakın buluyorsunuz?

Stilimi belirleyen şey hiç param olmaması! Her şey fakirlikten çıktı. İster canlı olsun ister canlandırma, sinemanın sorunu bir şey yapmak istiyorsanız para gerektirmesidir.  Eğer roman ya da çizgi roman yapacaksanız kalem kağıt yeter, bir başyapıt yaratabilirsiniz. Film yapmak istiyorsanız ama paranız yoksa yapamazsınız! Korkunç bir şey. Ama biraz paranız olursa yine de bir film yapabilirsiniz. Ben de kağıttan keserek siyah siluetlerimi yapıyorum. Ters ışıkta renkli cam üzerine siyah siluetler en ucuza mal edilebilen canlandırma şeklidir. Ama güzel ve olanaklıdır da. Artık zengin ve ünlü olmama rağmen yeniden bu tarza döndüm.

- Renkleri de durum psikolojisini yansıtarak çok yaratıcı biçimde kullanıyorsunuz Prensler ve Prensesler’i, Azur ve Asmar’ı düşününce... Renk kullanma tarzınızı anlatır mısınız biraz?

Gözlerim var ve onları çok kullanırım! Renkleri severim; desenleri, formları ve renkleri severim. Parasızlıktan gölge oyunu tercih ettiğimi söylemiştim ya, onlar ters ışıkta yapılır. Işıklı bir fonda siyah dekupajlardır. Işığa maruz kalacağı için dekorun şeffaf olması gerekir. Kağıda sadece suluboyayla renk veremezdim, şeffaf olmadığı için guaş kullanamazdım. Çok basit şeyler yapmak zorundaydım. Ama siyah siluet kullandığım ikinci dönemimde her tür tekniğe sahibim. Siluetleri üretebildiğim bir bilgisayarım var. Dekorlar da bilgisayar yapımı, bütün renkler, değerler, nüanslar, kolaj malzemesi, assamblaj var. Bunlardan bir orji yaratıyorum!

- Filmleriniz komedi değil ama bu mizah anlayışınız onlarda da var... Yazarken mi çıkıyor? Sahi, senaryo yazar mısınız?

İki soru etti! Canlandırma yaparken işe başlamadan ne istediğinizi bilmek zorundasınız, çok pahalıdır boşa harcayamazsınız. Canlı aksiyon çekimini olabildiğince tekrarlarsınız ama biz canlandırmada fazladan hiçbir şey yapmayız çünkü çok pahalıdır. Yani yapıma başlamadan önce ne istediğinizi bilmek önemlidir. Ben öyküyü, diyalogları, modelleri, storyboard’u önceden hazır ederim. Canlandırmanın storyboard’u okuduğumuz çizgi roman gibi hazırlanır. Dramlar ya da komediler üzerine bir politikam yok, bana dokunan ve insanlara dokunacak, insanı anlatan öykülerim var. Mizah da kendiliğinden doğuyor.

- Afrika’da, Azur ve Asmar’daki gibi Doğu’da, masal ülkelerinde geçen filmler yaptınız. Filmlerinizdeki mekan kavramını anlatır mısınız?

Her şey ilgimi çeker benim! 20. yüzyılda doğdum, 21. yüzyılda yaşıyorum. Zengin bir ülkede. Fransızlar fakir olduğunu düşünür ama katılmıyorum. Ben zengin hissediyorum. Her tür olanağım var. En başta kitaplar. Ebeveynlerim tutkundu, hepsini alırdı. Sanat bilincine sahiptim. Sınırlarım yoktu. Okul çağım Afrika’da geçti ama her yaz Fransa’ya dönerdik. Her ikisinde de rahat ettiğim iki ülkem vardı. Hala severek okuduğum kitaplar var... İnternet var ki olağanüstü bir zenginlik... Hakiki seyahatlerim var hep istediğim. Kısa filmlerimle festival festival dolaştım. Tanındığım için jüri üyesi olarak da davet edilirdim. Çok fakirken bile Japonya’ya gidebildim çünkü her masrafı karşılıyorlardı. Daha okuldayken başka yerler keşfetmiştim. Ortaokuldaki ikinci senemde eski Mısır’ı keşfettim, Mısırlı oldum. Antik Yunan’ı keşfettim, Yunanlı oldum. Roma’yı keşfettim, Romalı olmadım, güzel değildi. Çok ilginçler ama güzel değiller. Mimarileri çok iyidir. Rönesans İtalyası ise beni İtalyan yapmaya yetti ama... Sonra İran’ı keşfettim, İranlı oldum. Şimdi Türkiye’yi keşfettim, Türk oluyorum. Japonya’yı keşfettim. Uzakdoğu sanatını, kağıtlara yapılan resimleri... Pastaneye girmiş bir obur gibiyim, her şeyi yemeye hakkım var diye hepsini yedim! Herkesin aynı şeyi yaptığını sanmam, her yerde her kültürde bir şey aramayı seviyorum, yapmaya devam edeceğim. Henüz sömürmediğim zenginlikler var. Bir Mısır filmi, bir Yunan filmi, bir Japon filmi, bir Tibet filmi yaptım. Türkiye’yi Azur ve Asmar’da kullandım.

 Paris’in kanallarındaki tarikat filmi

- Paris’te, 20. yüzyıl başında geçen bir film yapacağınızı duydum.

Artık kendi kabilemden bahsedeceğim. Paris’te yaşıyorum ve bundan memnunum. Kusurlarını ve niteliklerini görebiliyorum. Ama niteliklerini göstereceğim. Bir anlamda başarılı olmuş bir kültürü yüceltmek istiyorum. Havai nedenlerle 1900’lerdeki Paris’i seçtim: Elbiseler yüzünden! Çünkü kadınlar yerlere kadar uzun etekler giyerdi. Hayal kurmak için yerlere kadar uzamalı elbiseler. Öte yandan olağanüstü bir dönem:  Sarah Bernhardt, Madame Curie, anarşist Louise Michel, Camille Claudel, Moulin Rouge’deki Can Can dansçısı Loulou, müzik Debussy ve diğerleri, empresyonistler ama çoktan yaşlanmışlar, bütün diğer -istler gelmiş fütüristler, kübistler, Picasso. Bütün bu insanlara bir rol veriyorum. Aynı zamanda da çok vahim bir sorundan söz ediyorum. Bütün bunlarla ilgisi yok ama öykü bağlanıyor. Lağım kanallarında bir tarikat var. Bu adamlar kadınlara kötülük ediyor. Çok vahim bir konu, bundan söz etmek istiyorum. Her yerde her zaman kadınlara kötülük eden erkekler bulunur. Bundan yeterince söz etmeyiz. Bildiğimiz bütün katliamlardan beter bir durum bu. Ve güncel bir konu. Hala yapımcı bulamadım ama bulacağım!