Patrikhane ve din özgürlüðü

Geçen hafta din özgürlüðü temalý bir konferansta konuþmak için Berlin’deydim. Organizatörler, Ýstanbul’daki Ekümenik Patrikhane’nin ABD’deki “lobisi” diyebileceðimiz “Archonlar” adlý kuruluþ, odak noktasý da Türkiye idi. Ama sadece Patrikhane’nin sorunlarý deðil, tüm bir dini özgürlükler problemi masaya yatýrýldý.

Önce belirtmeliyim ki, din özgürlüðü, ibadet özgürlüðünden çok daha geniþ bir kavram. Ýbadetin yanýsýra; bir dini duyurma, yayma, o dine göre eðitim verme, sivil toplum oluþturma, dinden çýkma veya din deðiþtirme gibi haklarý da içeriyor. Bu yönlerden kýsmen sorunlu bir coðrafyada yaþadýðýmýz ise bir gerçek.

Altý çizilmesi gereken bir diðer husus, bizim onyýllardýr “Fener Patriði” diyerek yerelleþtirmeye ve önemsizleþtirmeye çalýþtýðýmýz Ekümenik Patrik’in, küresel bir þahsiyet oluþu. (Konferansa video konferans ile katýlan Hillary Clintongibi isimler de bu önemi ima ediyordu bir anlamda.) Patrik Bartholomeos, üç yüz milyonu aþkýn Ortodoks üzerindeki manevi otoritesiyle bugün Papa’dan sonraki ikinci büyük Hýristiyan lider. Bunu sahiplenmek ve gururla taþýmak yerine tehdit olarak algýlamak ise, sanýrým, Eski Türkiye’nin yersiz korkularýnýn trajik bir sonucu.

Mütekabiliyet

Patrikhane’nin en büyük þikayeti olan, Berlin’deki konferansta da çok konuþulan Heybeliada Ruhban Okulu’nun durumuna bakýnca, bu Eski Türkiye damgasýný açýkça görebilirsiniz. Çünkü 19. Yüzyýlýn ortasýnda, yani Osmanlý idaresi altýnda açýlan okulun kapatýlma tarihi 1971. Yani askeri darbe dönemi.

Peki ama Osmanlý’nýn açýp da darbecilerin kapattýðý Ruhban Okulu Yeni Türkiye’de halen niçin kapalý? Bu soru konferansta tartýþýldý. Okulun yeniden açýlmasýnýn aslýnda hükümetin geçen Eylül ayýnda açýkladýðý “demokratikleþme paketi”nde yer aldýðý, ancak son anda paketten çýktýðý da konuþuldu.

Ben, kendi konuþmamda, Türkiye’nin Osmanlý referanslý yeni elitlerinin seleflerine göre daha çoðulcu olduðunu, dolayýsýyla Hýristiyan kurumlarýna karþý bir düþmanlýk beslemediðini anlattým. Ve izah ettim ki, sorun, baþka bir yerde; “mütekabiliyet”te. Çünkü, her ne kadar “temel haklar mütekabiliyete baðlanamaz” ilkesi sýk sýk tekrarlansa da, mesele pratikte yine oraya baðlanýyor. Ruhban Okulu’nun açýlmayýþýnýn sebebi, Atina’da cami bulunmayýþý olarak gösteriliyor.

Ben, konferanstaki Rum kitleye hitaben, “beðenelim, beðenmeyelim, durum bu” mesajýný verdim. Heybeliada’ya giden yolun biraz da Atina’dan geçtiðini, orada Müslümanlar lehine adým atýlmasý için lobi yapmanýn belki kendileri için akýllýca bir þey olacaðýný ima ettim. Bu mesajý alan liberal zihinlerin var olduðunu görmek ise sevindiriciydi.

Ayasofya’nýn geleceði

Konferansta gözlemlediðim bir diðer gerçek, Ayasofya’nýn Hýristiyanlar, bilhassa Rum Ortodokslar için taþýdýðý muazzam ehemmiyet oldu. Katýlýmcýlara daðýtýlan bir broþürün baþlýðý, yeterince açýklatýcýydý: “Ayasofya: Hýristiyan Sanat ve Mimarisinin Ýlk Büyük Þehidi.”

Ayasofya’nýn yeniden ibadete açýlmasýnýn konuþulduðu þu günlerde, Hýristiyan tarafýndaki bu algýyý hatýrda tutmakta fayda var. Bilelim ki, bu kutsal mekanýn cami olarak açýlmasý, içindeki tüm Hýristiyan sembollerin ortadan kalkmasý anlamýna geleceði için, büyük tepkilere sebep olacaktýr. Bunu da, “korkmak-boyun eðmek” çerçevesinde deðil, ama Ýslam adýna dünyaya nasýl bir mesaj verdiðimiz açýsýndan düþünmek gerekir.

Bence, keþke, Ayasofya’yý hem cami hem de kilise olarak ibadete açmak mümkün olsaydý. (Ýslam’ýn ilk asrýnda Þam’daki Emevi Camii’nde olduðu gibi.) Ancak bu pek mümkün gözükmüyor. Dolayýsýyla, kanaatim o ki, mevcut müze statüsünü korumak en doðru seçim olacaktýr.