‘Kendi yonttuklarına tapan kadîm ve çağdaş ilkeller!’
Bir tuhaf günlerden daha geçtik. Niceleri şâd oldu, niceleri dilhûn.. Hele de 100 yıl öncesinin ilk Meclisinin açılışını, -artık hatırlayan olmadığına göre-, kitaplardan okuyanlar bir de bugüne baktılar.
Geçelim.
‘Bindört yüz yıllık tarihimizde böyle bir manzara hiç olmamıştı..’ denildiğinde bir nüktedân dost, ‘Hayır!’ diye fısıldadı kulağıma.. O 1400 yıllık tarihimizin başında da vardı, bu görüntüler.. O zaman da birçok yontular vardı, taştan, ağaçtan.. Ve hattâ, süt, hurma ve yağdan yapılmış dev heykeller.. Bunlar kuruduktan sonra daha görkemli oluyormuş..
İnsanlar aç kalınca ise, gidip o âna kadar taptıkları putlarını yemeye başlarlarmış, O zaman bir kabilenin şairi, karşı kabileyi şöyle iğnelemiş..
‘Kıtlık vaktinde Benî Hanifalar, / Tanrılarını yediler ve ,/ Tanrı’dan korkmadılar..’
Yine de akıllı imişler, o putları yapanlar.. Çünkü, put yaparken, bir bakıma, gelecekteki muhtemel bir açlık tehlikesi için de zahire hazırlamış oluyorlarmış.. Kabileler arasında da heykel-put yarışı varmış her yerde ve, ‘Sizin ilâhınız daha büyüktür, hayır bizimki daha ihtişamlı..’ diye..
Ama, Kâbe de putlarla doluydu.. ‘Lât, Menat, Uzzâ’ gibi isimli olan putlar, bu heykellerin en büyükleriydi.
Ve sonra putkıranların pîri Hz. İbrahîm’in yolundan giden bir ‘Hayr’ul-beşer’ (Beşer’in en hayırlısı) zuhûr etmiş ve… Nice İslam’la müşerref olduktan sonra, nice ilk Müslümanlar, o komik ve rezil ahmaklıklarına gülerlermiş; ‘kendimiz yapar, ve tapardık..’ diye..
Bizim tarihimiz bir daha böyle saçmalıkları asırlarca görmemişti.
Ama, bir istisnası vardı..
Sultan Süleyman zamanında aslen macar kavminden olup, devşirme usûlüyle Yeniçeri Ocağı’na ve oradan da zekâvet ve kabiliyetiyle kısa zamanda temâyüz edip Saray’ın hizmetine alınan ve sonra Sadrâzam bile olan İbrahîm Paşa, kendi atayurduna orduyla gidip Budin’i (Budapeşte’yi) aldığında oradaki heykellerden ikisini İstanbul’a getirip, -şimdi Sultan Ahmed Camii’nin de bulunduğu- At Meydanı’na diktirir.
Müslüman halk rahatsız olur ve o zamanın en etkili ve hızlı yayılan silâhı olan şiir diliyle ağır hicivler yazarlar.
Hele şu farsça beyt, Müslüman halkın dilindedir..
‘Dû İbrahîm âmed be deyr-i cihân..
Yeki, bud-şiken şod; yeki, but-nişân..’
(Dünya mâbedine iki İbrahîm geldi,
Birisi put-kıran oldu, diğeri, put diken..)
Sadrâzam Paşa rahatsız olur ve bu ‘fitne-engiz’ beytin şairinin bulunması emredilir. Sorguya çekilen şairler, ‘Bu Ramazan Figânî Çelebî’nin uslûbunu andırıyor’ derler.
Bulurlar Ramazan Figânî Çelebî’yi..
-‘Senin mi, bu beyt?
- ‘Belî.. (Evet..)’
-Korkmaz mısın, Devlet-i Alîyye’den..’
-Bir söz ki bizim hançeremizden sâdır olmuştur, uğrunda her bedeli öderiz..’
Ve, cezaların ağırıyla cezalandırılır. (Fakir, bu hikâyeyi henüz ortaokulda iken okumuş ve onun şecaatine imrenmiş, acı kaderine de göz yaşı dökmüştü.)
Bizim tarihimizde yabancı bir şeydir bu gibi yontu -heykel ve hattâ resim san’atları ve hoş bakılmamıştır. Nitekim, onların muhabbetten kaynaklanan bir kutsama ve putlaştırmaya uğramasının kaçınılmazlığı bugün canlı olarak da görülüyor.
Sadece muhabbet değil, hattâ, husûmet ve nefrette de kullanılır bu gibi resim ve yontular.. Nitekim, merhûm eski m.vekillerinden M. Bayrak, 12 Eylûl’den sonra sığındığı Bonn’daki evinde, tuvalet kapağına sevmediği birisinin fotoğrafını koymuştu..
‘Fakir’ o durumu gördüğünde, ‘Bu gibi sembol nesnelerin muhabbet için kullanılmasıyla, nefret için kullanılması arasında, ifrat-tefrit durumu vardır, ve özü itibariyle ikisi arasında fark yoktur..’ diye iknâ edip, kaldırtmıştım.
Bugün, başka ülkelerde komik görüp kahkahalarla güldüğümüz hallerdeki o ‘ifrat /aşırılık)‘ durumuna da, ‘tefrit/ umursamazlık’ durumuna normal imiş gibi bakan bir virütik bulaşıcı hastalık beyin zarlarında pusu kurmuştur..