Peki, ya '9 Martçılar' kazansaydı?

Kırk yıldan uzun bir süre önce ‘9 Mart’ın 12 Mart’a evrildiğini artık duymayan kalmamıştır. ‘9 Martçı’lar kaybetti. ‘İlerici’ grubu oluşturan ‘9 Martçı’lar ya kazansaydı, acaba neler olurdu?

Elbette, ciddî tarihçilerin olmamışı olmuş gibi düşünerek tamamen hayalî ya da spekülatif sonuçlar çıkarması beklenemez. Bu bakımdan kaybedenlerin tarihi yazılırken, ancak ‘kazansalardı acaba ne yaparlardı?’ sorusuna o zamana kadar söylediklerine ve yazdıklarına bakılarak bir hüküm verilebilir. Şimdi aradan geçen kırk yıldan uzun bir süre sonra biz de böyle yapmaya çalışalım…

Doğan Avcıoğlu ve ‘9 Martçı’lar

Şöyle yapacağım: Doğan Avcıoğlu’nun ilk baskısı Şubat 1971 tarihli olan “Devrim Üzerine” adlı kitabını temel alarak, ‘9 Martçı’ların programına bir göz atacağım. Neden bu kitap derseniz eğer, şunun için: Avcıoğlu, ‘9 Martçı’ların bence beyniydi; ‘Devrim” gazetesi, hareketin “karargâhı” sayılırdı; fakat Avcıoğlu’nun kitabı, adeta tam zamanında yayınlanmış bir hükûmet programı niteliğindeydi. Nitekim kısa bir süre sonra Nisan’da ikinci baskısını da yaptı. 12 Mart öncesinde ‘9 Martçı’ların adeta siyasî manifestosu olarak kabul edilebilecek olan bu arka cebe bile sığabilecek ölçülerde nispeten küçük boyutlu kitabın önemi, o zaman için de yakından biliniyordu.

Elbette Avcıoğlu’nun çok daha geniş boyutta ve o dönemde muazzam önem taşıyan diğer eseri olan “Türkiye’nin Düzeni” kitabı, bu küçük kitabının bir anlamda teorik ve tarihsel arka plânı olarak kabul edilebilir. “Türkiye’nin Düzeni”, dönemin sol aydınlarının bir anlamda olmazsa olmazı olarak benimsenmişti. Çok baskı yapan, ama daha önemlisi, çok okunan ve tartışılan bir eserdi bu… Hatta zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, “Türkiye’nin Düzeni”ni okumayan bir kurmay subayı eksik göreceğini söylemekten bile çekinmemişti. O kadar yani…

“Devrim Üzerine”

Fakat konuyu dağıtmayalım; Avcıoğlu, “Devrim Üzerine”de, ‘9 Mart’ sonrasında kurulacak yeni “ilerici hükûmetin programı”nı açıklamıştı aslında… Şimdi bu kitabın izinden, ‘9 Martçı’lar kazansalar neler yapacaklarına bir bakalım… Avcıoğlu’na göre, Türkiye’nin içinde bulunduğu aşama, “ulusal kurtuluş devrimi”ydi. Bu aşamada “dostlar” ve “hasımlar” vardı. Türkiye’de “devrimci bir düzen değişikliği”nin karşısında “iç ve dış hasım güçler” vardı. Bu güçler, başkaca devrimci güçlerin sandığının aksine, aslında hayli kuvvetliydi. Kuvvetli olmalarının nedeni de, hem iç ve hem de dış desteklere sahip olmalarıydı.

“Ulusçu güçlerin, bilinçli ve örgütlü sağlam bir halk desteğinden yoksun oluşu, ciddî bir zaaf teşkil etmektedir” diyordu. O halde, ne yapmalı? Avcıoğlu’nun bu soruya yanıtı hep şu olacaktır: “Atatürk, büyük devrimci hamlelerin gerçekleştirilmesini engelleyen bu durumun ıstırabını devamlı çekmişti.” Ve o “ne yaptıysa” “devrimci ordu gücüne dayanarak” yapmıştı. “Devrimleri gerçekleştirme aracı olarak kurduğu Halk Partisi, saflarındaki eşrafın ve öteki tutucu güçlerin ağırlığı altında, hiçbir zaman halkın ve devrimin partisi” olamamıştı.

Bu zor koşullarda devrimci güçlerin dayanabileceği yegane güç, ancak “devrimci ordu gücü” olabilirdi.  “Devrimci ordu gücü” kimlerden oluşacaktı sorusuna, Avcıoğlu’nun yanıtı şudur: “Asker, sivil genç devrimci aydınlar, öğretmenler ve üniversite gençliği…” İktidar alınır alınmaz, “idarenin her alanında girişilecek geniş bir gençleştirme hareketi, devrime bağlı genç aydınları kilit mevkilere getirerek, devrime bir güvenlik ve destek”sağlayacaktı. Nihayet “devrimci parti” kurulacaktı. O olmadan devrimci bir hareketlenme asla olamazdı.

“Türkiye nasıl kalkınabilir?”

Avcıoğlu, 1960’lı yıllarda Türkiye’de “ilerici güçler”in iktidara nasıl geleceklerini ve geldikten sonra ne yapacaklarını yazmıştı aslında… Türkiye’nin kalkınma sorunu, Avcıoğlu’nun ve ‘9 Martçı’ların önlerinde buldukları asıl meseleydi. “Kapitalist olmayan bir kalkınma modeli” benimsenecekti. Türkiye, emperyalist bloktan kopacaktı. İçeride millîleştirmelere geçilecekti. Plânlı bir kalkınma stratejisi olacaktı. “Toprak devrimi” yapılacaktı. “Ekonomik açıdan verimsiz bir faaliyet olan reklâmcılık” alanı, “bir sürü insanı verimsiz bir faaliyete yöneltmenin yanı sıra, basın özgürlüğünü de tehdit” ediyordu. Dış ticaret devleştirilecekti. Bankalar da öyle… Sigorta şirketleri de…

“Parlamentoculuk”

Avcıoğlu, parlamenter sistemin Anglo-saksonların hegemonya kurdukları yerlerde satmaya çalıştıkları bir mal olduğundan söz ediyordu. Oysa, “azgelişmiş ülkelerde parlamentoculuk, yaşayabildiği sürece, tutucu güçlerin ve dolayısıyla emperyalizmin işine yaramıştı.” Bu “ithal malı politik sistem kesin olarak reddedilmeliydi. Bağımsızlığa giden yol buradan geçmekteydi. Azgelişmiş ülkeler, “bağımsızlık ve kalkınma gereklerine daha uygun düşen ‘tek-partili demokrasiler’e yönelmişlerdi.” “Batı tipi çok-partili rejimler, işbirlikçi kapitalistler ile feodal unsurların egemenliğini sağlarken; ‘tek-partili demokrasi’ etiketi yapıştırılan ilerici yönetimler ise, emperyalizmle uyuşan bu sınıfların tasfiyesine koyulmuşlar ve becerebildikleri ölçüde eylemlerini emekçi kitleye dayandırmaya çalışmışlardı”

Atatürk devrimleri

Avcıoğlu, “parlamentoculuğa geçişle birlikte” “köklü devrimlerin rafa” kaldırılmış olmasından şikâyetçiydi. İşin aslı; “parlamentocuk, Kemalist millî devrimcileri ikinci plâna geçirerek ve tutucu güçler koalisyonunun egemenliğini sağlayarak, Türk halkının mutluluğu ve ülkenin kalkınması için hayatî önem taşıyan devrimci atılışların tasfiyesine yol açmıştı.” Avcıoğlu’nun önerisi basitti: Batı tipi parlamentoculuk, aslında “taklitçilik”ti. Ve “taklitçiliği bırakarak, devrimci bir düzen değişikliği için en uygun politik sistem” bulunmalıydı. “Askerî dikta çözüm yolu değildi.” Bu biraz şaşırtıcı gelebilir; çünkü şimdiye kadarki programın olağan akışı ancak bir ordu yönetimine çıkıyor gibiydi. Avcıoğlu, bu cümlesinden hemen sonra bize şu açıklamada bulunacaktır: “Son yüzyıllık tarihimizde Türk ordusu, ilerici bir güç olarak daima ön plânda rol oynamıştır.” Bütün Kemalist devrimci geçmiş, aslında “Kemalist yöntemin doğruluğunu ve bugün için de geçerli olduğu gerçeğini” değiştiremezdi.

27 Mayıs üzerine düşünceler

Hemen birkaç yıl önce gerçekleşen 27 Mayıs acaba bir örnek model olabilir miydi sorusuna Avcıoğlu, şöyle yanıt verecektir: 27 Mayıs aslında “başarılı bir hareket”ti. Fakat o sırada toplumda henüz “köklü devrimler”i gerçekleştirebilecek “fikir birikimi” sağlanamamıştı. Bu bakımdan 27 Mayıs, ancak bu kadarını yapabilirdi. Oysa şimdi artık “27 Mayıs öncesi günlerde mevcut olmayan, kitlelere mal edilebilecek bir fikir birikimi vardı.

Proleterya Sevdası

Avcıoğlu, bazı aydınların bütün bu gelişmelerin sağlanması için “proletarya”ya yöneldiklerinden söz ederek, bunun yanlış bir seçim olduğunu belirtiyordu. Onlar “proleterya gerçeğinden koparak, soyut bir proletarya edebiyatına saplanma tehlikesi” ile karşı karşıyaydılar. Pek çok aydının “proletarya ile en ufak bir bağlantısı” bile yoktu. Onlar, yalnızca “soyut bir proletarya sevdasının şampiyonluğunu yapıyorlar”dı. Onlarınki sadece bir “entelektüel tembellik”ti. Oysa, “devrimci iktidarların somut sorunlarına” eğilmeleri gerekirdi. Bu eksiklik yüzünden, Avcıoğlu’na göre, “Türkiye [bunun bedelini] bir kez daha hayli pahalı ödeyecekti.

“Bekleyiş”

Nihayet Avcıoğlu, 12 Mart muhtırasından on gün önce, 2 Mart’ta, 9 Mart’a adeta çeyrek kala, haftalık “Devrim” gazetesinde şunları yazmıştı “Parlamenter sistemin sonuna yaklaştığı artık iyice seziliyor.” “Yöneticiler ülkeyi yönetmekten âciz…” “Politikacılardan umut kesilmiş durumda…” “Bir şeyler bekleniyor.” “Bundan daha kötüsü, Türkiye koşullarında düşünülemez.” Eğer 9 Mart başarılı olsaydı, muhtemelen Avcıoğlu’nun şu satırları ona yol gösterecekti: “Bu tehlikelere karşı uygun ve zorunlu savunma, şiddetin açıkça kullanılmasıdır.” “Devrimin ilk aşamasında şiddet ağır” basacaktı. “Devrimci hükûmetin ihtiyaç halinde kullanacağı baskı gücü şu unsurlar”dan oluşuyordu: “Mevzuat, polis; organize istihbarat servisleri; propaganda; örgütlü askerî güç-ordu.”  Avcıoğlu, yapılması gerekenleri de şöyle özetliyordu: “Amaç, hükûmetin tutamadığı her türlü örgütlenmiş politik faaliyeti dağıtmakla yetinmeyip, her türlü yıkıcı ve bölücü eylemi kanun dışı kılmaktı.” Yasalar, “vatandaşların ödev ve haklarını sınırla”malıydı. “Hükûmete yeteri kadar geniş takdir hakkı” tanınmalıydı. Mevzuat ise şunları kapsamalıydı: “Hükûmeti devirmeye kalkışmak, hükûmeti devirmekten söz etmek, yanlış söylentiler yaymak, telâş ve ümitsizlik yaymak, şiddeti teşvik, resmî sırları açıklamak, casusluk, sabotaj…” Bütün toplu yürüyüşler izne bağlanacak; “tehlikeli büyüklükteki sokak gösterileri de yasaklanacaktı. Mahkemeler de “devrimci hükûmetin kontrolü”nde kalacaktı. Polise “politik bilinç” verilecekti. Polis, “devrimci bir hükûmetin partizan bir paramiliter silâhı” olacaktı. “Bir muhbir şebekesi” kurulacaktı. İstihbarat ise “devrimin sinir merkezi”ydi. “Devrimci aşama”da, “sağlam hükûmet propagandası, baskı ve şiddet gücünün kullanılmasına sıkı sıkıya bağlanmalı”ydı. “Propaganda, baskı ve şiddetin devamlı kullanılmasını ‘haklı göstermeye’ hizmet etmeli”ydi. Basın da “kontrol altında tutulmalı”ydı. “Devrime bağlı ve etkin bir ordu” gerekirdi. Ordudan devrime “sadakat” bekleniyordu. Orduda “politik eğitim” eksik bırakılmamalıydı. İşte, eğer iktidara gelebilseydiler; ‘9 Martçı’ların siyasî ütopyası bundan ibaretti…