Peki, ya rûhumuz?

Fransız yazarlarından André Malraux teknik gelişmeler târihini incelerken Napoléon Bonaparte’ın 19. Yüzyıl’da hâlâ Mısır Firavunu II. Ramses tarafından M.Ö. 13. Yy.’da uygulanan metodlarla ülkesini yönetdiğini ve muhârebelerde de yine aynı esaslara dayandığını belirterek ancak makine çağı başladıkdan sonra bu sürekliliğin kırıldığına dikkati çeker.

O dönüm noktasından sonra gelişmeler baş döndürücü bir hız kazanmışdır. Şahsen beni de heyecanlandıran bir durumdur bu. İnsanlar gençken pek çok şeyi ilk defâ kendilerinin düşündüğünü sanırlar. Yıllar önce şu “keşif”de bulununca pek hayret etmişdim:

Yaklaşık üç bin yıl boyunca insanoğlunun elindeki en hızlı hareket aracı atdı. Yâni bir insan dörtnala giden bir atın sırtında birkaç dakıykalığına saatde 60/70 kilometre kadar bir hıza erişebiliyordu. Tabii at yorulmaya başlayınca bu hız da düşüyordu.

19. Yy. ortalarına doğru demiryolunun ve trenin îcâdıyla saatde 40 km. kadar bir hız sağlandı. Bu gerçi bir atın erişebildiği 60/70 km.’den düşükdü ama sürekliydi.

Bugünse saatde 28.000 km. hız yapabilen “taşıt”lar içinde yıldızlararası yolculuklara çıkabiliyoruz. Belki ben bu cümleyi yazarken daha sür’atlisi bile geliştirilmişdir.

Buna paralel olarak birbirimizi “tepelemek” için de artık öyle kılıç, kargı, ok gibi “ilkel” silahlar kullanmıyoruz. Bir düğmeye basışda iki üç milyon insanı buharlaştıracak imkânlarımız var “çok şükür” artık elimizde!

Bu sistemin daha kullanışlı olduğu şübhesiz. Çünki bu sâyede artık yokederken düşmanımızın yüzüne bakmak zorunda kalmıyoruz.

Yüz yüze, göz göze gelince ne de olsa biraz zor oluyordu bir hemcinsimizin canını almak.

Ben bu bakımdan medeniyetimizin nîmetlerine medyûn-u şükrânım.

Öte yandan saatde 28.000 kilometre hızla uzayda yol alırken acabâ rûhumuz nerde diye düşünmekden de kendimi alamıyorum.

Acabâ hâlâ yanımızda mı yoksa çok çok gerilerde mi kaldı?

Dizilere dâir

Bir önceki yazımda tv dizilerindeki târihî kahramanlara değinmiş ve senaristlerin bu gerçek şahsiyetleri kısıtlı olarak, yâni o târihî şahsiyetin özüne dokunmaksızın değiştirme özgürlüğünden bahsetmişdim. Esas mesele “Muhteşem Yüzyıl” adlı dizide çizilen Kaanûnî portresiydi. Bu arada bizzat o diziden tek bir kare dahî görmediğimi, ama kıdemli bir televizyoncu olarak sâdece bu işin nasıl yapılması gerektiği konusunda fikir serdetdiğimi vurgulamışdım.

Gelen okuyucu mesajları, sözkonusu dizide bu işin ölçüsüzce yapıldığı yolunda. Tabii ki bunu kabullenmek zordur. Dediğim gibi, ölçüyü kaçırmamak şart! Bu diziyi hiç izlemediğimi, yalnızca “teorik” konuşduğumu bir kere daha belirteyim.

Yine ölçüye dair

Son zamanlarda güvenlik güçlerinin PKK’ya karşı nisbeten başarılı olduğunu izleyerek mutlu oluyoruz. Bu meyanda bu başbelâsı örgütün artık bu kışı çıkaramayacağına dâir öngörülere de rastlanıyor. İki husûsa dikkati çekmek istiyorum:

Birincisi, bu tür örgütlerin öyle bir hamlede kökü kazınmaz. En ağır yenilgilerden sonra bile kalıntıları etkin olmaya devâm edebilir. Yâni fazla iyimserliğin lüzûmu yok.

İkincisi ise bu başarının sebebi, güvenlik güçlerimizin artık kışlalarda, karakollarda oturup PKK’nın taarruzunu beklemek ve ancak o saldırdıkdan sonra lütfen toparlanıp karşılık vermekden vazgeçmeleriymiş. Bundan böyle bizzat inisiyatifi ele alıyorlarmış.

Sabâh-ı şerifleri mübârek olsun!

28 senedir akılları neredeymiş acabâ?

Günün birinde şu PKK konusunda ne dolapların döndüğü ortaya çıkınca, ki ergeç çıkacak, korkarım ki epeyi miğdemiz bulanacak...

Dileğim bunun için de bir 28 sene daha beklemek zorunda kalmamamız!