Penguenler için kılık kıyafet yönetmeliği

Geçen gün “en sonunda bu da oldu” dedirtecek mahiyette bir haberle uyandık. Aslında masa başında kotarılmış tembel işi bir asparagas. Timaş Yayınları’nın 2011’den beri yayımladığı okul öncesi çocuklar için hazırlanmış “sevimli hayvanlar” adlı bir serisi var. Kutuplarda yaşayan paytak penguenler ailesinin kısa resimli hikayeleri, “Penguene Başörtüsü” ikazıyla verildi.

28 Şubat günlerinin eskimiş, pörsümüş, gına getirici refleksleriyle hortlayan bu haber, sosyal medyada bayağı ilgi gördü. Yayınevi, bunun üzerine hiç üşenmedi, tekzip hakkını kullanarak, mezkur kitabın orijinalinde de bu şekilde resmedildiğine dair kibar bir cevap hazırladı. Ne diyeyim, hepsini tanırım, severim, nazik insanlar... “Ne oluyor kardeşim, penguenlere başörtü yasağı geldi de bizim mi haberimiz yok” diye sordum da biraz güldürebildim arkadaşlarımızı... Uzun uzun, ciddi ciddi, ağırbaşlı cevaplar hazırlıyorlar, yok Amerika’da basılmış orijinali de böyleymiş, yok İngiliz versiyonu da böyleymiş... “Türkiye’deki kadınlar kızlar bitti de Kutuplardaki Penguenlere mi sardınız şimdi de?” Diye soramıyorlar. Kutuplarda yaşayan hayvanlar için kılık kıyafet yönetmeliği yazmak başarısı da Hürriyet’e kaldı.

 

Ekranlarda güya çocuk programı yapmakla ünlü birbaşka “insan” ise: “Bunlar yarın öbür gün penguenlere d.. (iç çamaşrından bahsediyor) da giydirir” diye tweet atıyor. Eh, “insan” ya. Tweet de atar, ne bulduysa atar...

***

Şimdi ben, kardeşim ilan ediyorum bu penguenleri.  

 

Hoş değerli basınımızın, başörtülü üniversite öğrencilerinin resmini basıp, altına “Penguenler” diye manşet attığı günleri de yaşadık bizler. Dolayısıyla başörtülü kızlarla penguenler arasında kadim bir kader ortaklığı vardır zaten. “Acı çekmenin yol açtığı konuksever dil” şeklinde kavramsallaştırmaya çalıştığım empati önerisinde “penguen”lerin katkısını asla es geçemem.

Böyle oluyor acı size cidden değince. Diğer acı çektirilenlere, canı yananlara, fişlenenlere, işaret edilenlere, alnına çarpı çekilenlere, yok sayılanlara, hiçleştirilmek istenenlere yer açılıyor kalbinizde. Kalbiniz uyanıyor farklı seslere. Kalbiniz genişliyor, diğer istenmeyenleri de buyur edecek kadar kaldırıyorsunuz duvarları...

Duvar... Nefret duvarlarını nasıl kaldıracağız aramızdan? Paranoyadan, hezeyandan, fobik dilden ne zaman kurtulacağız? Ne zaman özgürleşeceğiz bize ezberletilmiş korku klişelerinden?

***

Bir kabustu 28 şubat. Tıpkı 12 Eylül gibi, 27 Mayıs gibi. Nasıl uyanıp da kalkacağız içinden? Kuşkusuz kolay değil. Ne unutmak ne de yeniden hatırlamak... Ama bunca çekilen çileden sonra bile umudumu bitirmedim ben. Adalete ve vicdana dair inancımı, bazen örselenip çökmeye ramak kala sarsıntılar yaşasa da bitirmedim. Çünkü her insanın kalbinde iyiliğe, güzelliğe, adalete, vicdana dair yaradılıştan gelen bir eğilim vardır. Temel eğilim, ontolojik balangıç. Rahmettir, iyiliktir, güzelliktir bu ve yapısaldır. Kötülükse arızidir, sosyolojiktir, sonradan edinilendir. Her çocuğun kalbinde saklı o ilk kitabeden bahsediyorum. Sonra ört bas ederiz türlü hayat gaileleri içinde bu temel eğilimi. Hayat zordur, meşakkatlidir, arzularımız, ihtiraslarımız, kaybetmekten korktuklarımız, hayalini kurduklarımız çıkagelir. Büyüdükçe unuturuz kalbimizde saklı o ilk kitabı. Ötekine yeri dar edersek şayet, yerimiz çoğalır zannediriz. Ne olur çoğalırsa? Diyelim ki tüm yeryüzü senin oldu. Ötekileri toparlayıp, tümünü Mars’a gönderdin diyelim. Bütün yerler sana kaldı. “ İnsansızlık” kazandı.

 

Dostum... Ne yapacaksın tek başına? Kızacak tek kişi bile bulamadığında bir gün... Nefretin sonucunun, insansızlığa çıktığını acıyla farkedeceksin... Sadece insanlar mı? Penguenler bile terkedecek seni.