Belki de bütün suç bize verilen tarih eðitiminde. Bizim nesiller tarih dendiði zaman sanat tarihini, uygarlýk tarihini, hele hele sosyal ve iktisadi tarihi okuyup öðrenemedi. Varsa yoksa savaþ tarihi öðretildi. Önce þu savaþlarý kazandýk, sonra bu savaþlarý kazandýk. Derken savaþlarý kaybetmeye baþladýk. Hatta kaybetmesek bile müttefiklerimiz kaybettiði için kaybetmiþ sayýldýk...
Böyle bir zihin formasyonu neticesinde uluslararasý iliþkilere de hep savaþ mantýðýyla bakýyoruz ister istemez. Dost ve düþman ayrýmýný da doðru anlayamýyoruz. “Devletler arasýnda dostluk veya düþmanlýk yoktur, çýkarlarýn uyuþmasý veya çatýþmasý vardýr” gerçeðini aklýmýz almýyor bir türlü.
Her þey yolunda giderken hiç aklýmýza gelmeyen “dýþ güçler faktörü” de dünyaya bakýþ tarzýmýzýn gereði olarak olumsuz durumlarda yegâne açýklama modeli olarak gündeme geliyor.
Türkiye’de son bir iki gündür hararetle tartýþýlan bir konu bana bunlarý düþündürdü... Baþbakan Erdoðan’ýn Brüksel seyahatinden söz ediyorum. Bu seyahatin önemi uzunca bir aradan sonra AB baþkentinde iki tarafýn en üst seviyede bir araya gelerek Türkiye’nin AB ile iliþkilerinin seyrine dair problemlerin ele alýnacak olmasýydý. Bu bakýmdan dikkate alýnmasý gerekiyordu. Oysa Türk kamuoyunda bu görüþmelere çok daha farklý anlamlar yükleme eðilimi ortaya çýktý. Türkiye’nin gündemindeki “paralel devlet yapýlanmasý” giriþimleriyle ilgili tartýþmalar baðlamýnda “Avrupa’nýn masaya yumruðunu vuracaðýný ve Erdoðan hükümetine dur diyeceðini” bekliyordu bazýlarýmýz. Baþka bazýlarýmýz ise Baþbakan Erdoðan’ýn “Gezi olaylarýndan bu yana ülkemizin içini karýþtýranlardan hesap sormak” üzereBrüksel’e gittiðini düþünüyorlardý.
Ama Brüksel’deki manzara beklendiði gibi þekillenmedi. Konuþulmasý gereken konular konuþulmasý gerektiði þekilde konuþuldu. Avrupa Birliði ile ortaklýk müzakeresi yapmakta olan bir ülkede meydana gelen siyasi geliþmeler de doðal olarak ele alýndý. Ama Avrupalý yetkililer “devlet kurumlarý içinde örgütlenen paralel yapýya dokundurtmayýz” demediler! Çünkü, en baþta, Türkiye’nin istikrarsýzlaþmasý Avrupa’nýn çýkarýna deðil. Zaten “Pennsylvania” da Avrupa coðrafyasýnda bir yer deðil.
Amerika’ya gelince, Obama yönetiminin özellikle Ortadoðu bölgesine iliþkin politikalarý Türkiye’nin çýkarlarýyla örtüþüyor. Dolayýsýyla Obama’nýn ne Türkiye’nin istikrarsýzlaþmasýna ne de paralel bir yapýyla kuþatýlmasýna yeþil ýþýk yakmasý düþünülemez. Zaten bunu yapmak veya yaptýrmak isteyenlerle Obama’nýn kuyusunu kazmaya çalýþanlar da ayný güçler.
Haddizatýnda Amerika demek tek baþýna Beyaz Saray demek deðil. Hem ABD devlet aygýtý içinde hem de siyaset kurumunda ve bazý toplum kesimlerinde Türkiye karþýtlýðý hesaba katýlmasý gereken bir damar oluþturuyor. Özellikle Yahudi lobilerinin etkisi yalnýzca Obama karþýtý Cumhuriyetçiler arasýnda deðil, Demokrat siyasetçiler arasýnda da Türkiye’nin yolunu en azýndan Türkiye’deki mevcut siyasi iktidarýn yolunu kesmeye yönelik eðilimlere oksijen veriyor.
Peki, Amerika’daki bu eðilimin Avrupa’da örnekleri yok mu? Var ama özellikle bugünkü konjonktürde etkili deðiller bunlar. Ayrýca Avrupalý güçlerle de çýkarlarýmýzýn çatýþtýðý alanlar var ama bunlar Amerika’da etkili olan güçlerin hassas olduðu alanlardan daha farklý.
Sadede dönersek... Erdoðan’ýn Brüksel temaslarý Avrupa yürüyüþümüzde tökezleme olmasýndan korkanlarý rahatlattý. Çünkü ne olursa olsun Türkiye’nin Avrupa Birliði ile iliþkilerini ihmal etmesinin her iki tarafa da zararý dokunur. Ýki tarafýn da birbirine ihtiyacý var.