PKK kesinlikle silah bırakmalı!

Yukarıdaki başlık, HDP Eş Başkanı Demirtaş’ın dilinden döküldü. Bu bir temenni mi, tespit mi, yoksa hedef mi belli değil. Kaldı ki bunlardan hangisi olsa da, Demirtaş kendi cümlesini nesheden “ama benim çağrım çözüm değil ki” kısmını da eklemekten kendisini alamıyor. Ortaya çıkan manzara tam anlamıyla bir siyasal nihilizm. Zira geçmişte defalarca; başlıkta dile getirilen ve artık siyasal temerrüde dönüşen yaklaşım tarzları, aynı anda ciddiyetsizliğin, tutarsızlığın ve iradesizliğin de zirve yapmasına yol açtı. Herhangi bir sorumluluk duygusu da olmadığı için, dün vesayet rejimi memleketin on binlerce evladı ve yılları yok olup giderken pişkince nasıl seyredip parmağını kıpırdatmadıysa, bugün de Kürt Kemalizm’i aynı vurdumduymazlığa ram olmuş durumda.

1980’lerde IŞİD tarzı bir şekilde önce bölgedeki farklı Kürt siyasi gruplarına musallat olarak ‘savaşını’ başlatan, 2000’lerde ise Kemalizm aşkını bölgede ‘tek partili hayatı’ 70 yıl sonra yeniden tesis etmeye dönüştürerek gösteren PKK’ya yönelik “kesinlikle silah bırakmalı” düzeyinin; koalisyon ön şartı olarak Bahçeli tarafından dillendirilen, “PKK kendisini lağvetmeli. Örgüt üyeleri teslim olmalı, silahlar devlet envanterine kaydedilmeli. Teslim olanlar yargılanmalı. HDP, PKK ile arasına mesafe koymalı” çağrısından farksız ve çaresiz olduğunu tespit etmek gerekiyor.

Bu çaresizlik, “kesinlikle silah bırakmalı” açıklamasıyla zemin döşemeye çalıştıkları HDP-AK Parti görüşmesine kadar bile varlığını koruyamayıp buharlaşacak kadar da zayıftı. Zira koalisyon ön görüşmesinde, ‘Taksim Platformu’ ciddiyetini aratmayacak şekilde ‘nükleer santralden kadın bakanlığına, Gezi’den taşeron sistemine’ kadar her başlık hatırlanıp, bir gün önceki “kesinlikle silahları bırakmalı” çıkışı unutulmuş. Ancak sorulunca söylenebilen bu durum ortadayken, cevaba da ‘kendisinin bir çözüm paydaşı olmadığını’ eklemeden yapamayan bir yaklaşımın sürdürülebilir olması mümkün değil.

Seçimlerde 14 ilde ve 1300’ün üstünde sandıkta, tek partili yılları aratmayacak şekilde yüzde yüz olmayı ‘başarmış’ bir partinin, PKK ile ne yapacağına karar vermesi gerekiyor. Eğer bu soruyu anlamsız buluyorlarsa, 7 Haziran sonrasında ortaya çıkan manzaranın çok daha derinleşeceğini görmeleri gerekiyor. Bu da çok orijinal bir tespit değil. Bizatihi, AK Parti’ye yerli ve yabancı bütün Türkiye düşmanları adına ilan ettikleri savaşın, önünde sonunda Çözüm Süreci ile savaş olacağını gayet iyi biliyorlar.

7 Haziran sonrası açılan Meclis’te müstehzi bir şekilde dillendirdikleri ‘müstafi Hükûmet’in bir hakikat olduğunu idrak etmeleri gerekiyor. Ama idrak sorununu gidermenin ön şartı da, HDP-AK Parti görüşmesi sonrasında kameraların karşısında yaptıkları açıklama sırasında en fazla kullandıkları ‘ciddiyete’ ram olmaktan geçiyor. Genel başkanlığı unutup, en hızlı laf sokan adam kontenjanından ve ergen bir dille hakarete varan mesajlar vererek ortaya konulan profilin, en başta AK Parti’ye sunulan 3 başlık altındaki 15 maddelik dosyayı tahrip ettiği görülmelidir.

Gelinen noktada, “benim çağrım çözüm değil ki” yaklaşımının ilk kaybedeceği şeyin muhatap(lar) olduğu görülecektir. Bu durumun zemini, 7 Haziran Seçimleri sonrasında da fazlaca ortaya çıkmış oldu. Vazifesini ifa etmiş bir aktör olarak, bir sonraki ihtiyaç anına kadar gündemden ve denklemden düşerek, sıradan bir katalizör unsuru olarak ele alınmaya başladı. AK Parti ile Doğu-Güneydoğu’da felâket bir iftira ve dezenformasyon kampanyası eşliğinde ‘savaş veriyormuşçasına’; Batı ve diğer bölgelerde de ‘başka başkentler ve eski Türkiye unsurları’ adına canhıraş bir şekilde boğuşacak motivasyonu nereden buldularsa, şimdi aynı adresten “kendi çağrılarının çözüm olmasını” istemelidirler. 7 Haziran yaşanmamış, Meclis aritmetiği hükûmet kurmaya yetmeyecek kadar ifsat olmamış gibi davranarak alınacak bir mesafe bulunmuyor.