Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Mezhepçilik ümmeti zihnen ve fiziken bölüyor

El Kaide, Taliban derken İslam adına sığınarak cinayet işleyen terör örgütlerine DAEŞ-IŞİD ve Boko Haram gibi örgütler de eklendi. DAEŞ, hemen sınırımızda Suriye ve Irak’ta gittikçe güçleniyor, Sünni bir şeriat devleti kurma iddiasıyla, dini atıflarla korkunç cinayetler işliyor, katliamlar yapıyor, kadınlara tecavüz ediyor, küçücük çocuklara kelle kesmeyi öğretiyor.

İslam selam-barış dini iken bu nasıl mümkün olabiliyor? Radikal örgütler dini nasıl istismar ediyor? PKK terörünün ve şiddet siyasetinin dinimizde karşılığı ne? Bunca şehidin, can kaybının acısıyla, zorlukların sıkıntıların ıstırabıyla nasıl baş edeceğiz?

Yayınlanmış çok sayıda eseri bulunan, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Başkanı Prof. Şaban Ali Düzgün ile konuştuk.

Terörün çok can yaktığı zor bir yılı geride bıraktık. Vatanından can havliyle çıkan insanlar çocuklar gözlerimizin önünde Akdeniz’de sulara gömüldü, Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de, Yemen’de insanlarla birlikte insanlık da ölüyor. Dünya seyrediyor, devletler kendi menfaatlerini masum çocukların hayatlarının üzerinde görüyor. Adaletsiz, kuralsız, vicdansız bir dünyanın şahitleriyiz. İnsan’ın özü açısından bu yaşananları yorumlar mısınız?

İnsanları duyarsızlaştıran en büyük etken, algılarıyla oynanmış olması. Denizde son bulan yaşamlar bize kaçak göçmenler, üçüncü dünya vatandaşları olarak,  simgesel bir değerle sunulmaktadır. Sanal gerçeklik denen olgunun insan zihninde yarattığı bir zihinsel felç/katalepsi hâli bu. Bu felç, insanın zihinsel, duyusal ve duygusal bütün süreçlerini köreltmektedir.

İnsanlığın kör kesildiği bu trajedilerin en kötü huyu bulaşıcı olmasıdır. İnsanlar hiç ummadıkları bir anda bu duyarsızlıklarının bedelini bir şekilde ödemektedirler. Güvenli bir mekân hayali sadece sulara gömülüp gidenlerin değil, dünyanın her yerindeki insanların en temel ihtiyacı oldu bugün. İnsanlara ırklarına, coğrafyalarına, dinlerine, vs. bakarak muamele eden ötekileştirici zihin, insana karşı işlediği bu en temel suçun bedelini kendini hiçbir yerde güvende hissetmeyerek ödemektedir. İradelerini kullanarak hikmetle öğrenemeyen toplumlar, maalesef zorunlu olarak bu tür musibetlerle öğreniyorlar. İnsanlığın ortak acılarından ders almayınca da, aynı acılar yeni bedenlerde tekrar karşımıza çıkıyor.

ALLAH’IN ADALETİ

Yaşananlara özellikle masumların, çocukların başına gelen feci olaylara bakarak “Allah neden bunca kötülüğe izin veriyor” diyenlere, Allah’ın adaletini sorgulayanlara ne söylersiniz?

Kendi ellerimizle inşa ettiğimiz dünyanın içinde ters gidenleri Allah’a bağlamak gibi kötü bir alışkanlığımız var. Bizim sahiplenmeyip Allah’a havale ettiğimiz kötülükleri Allah da sahiplenmemektedir. Kur’an’ın kötülükler konusundaki düsturu şudur: “Karada ve denizdeki meydana gelen kötülükler, insanların kendi kazanımlarına bağlıdır.” (30/Rum, 41). Aynı şekilde “İster dış dünyada isterse insanın bedeninde ortaya çıksın, her kötülük ve ıstırap, bir kanuna tabi olarak gerçekleşir.” (57/Hadid, 22) ayeti de, fiziksel veya toplumsal, katı yasaların hakim olduğu bir dünyada yaşadığımızı gösteriyor. Başı her sıkışan bu yasaların kendisi için delinmesini istiyor. “Allah’ın koyduğu yasadan dönmeyeceğini” (3/Al-i İmran, 9) beyan eden Kur’an, insanları kurallı, gerçekçi bir dünyanın aktif özneleri olmaya davet etmektedir.

ORTADOĞU’DA DİNSEL KABİLECİLİK

Ortadoğu üç semavi dinin indiği coğrafya. Üç din de öldürmemeyi, adaletli, merhametli ve doğru olmayı öğütlerken neden aksi şeyler oluyor?

Dinlerin bu coğrafyaya inmesi bile aslında bu topraklarda yapısal bir sorunun varlığına işaret ediyor. Bu yapısal bozukluk, ilk indiğinde ideal ilkelerle toplumu dönüştüren dinleri, kurumsallaştıklarında kendine benzetmektedir. Nihayetinde dinlerin Ortadoğu’da önce politik kabileciliğin ardından da dinsel kabileciliğin kıskacına alındığını görüyoruz. Etnik yahut dinsel temelde parçalanan insanların kişiliklerine bindirilen her kimlik onları birbirine yabancılaştırmakta ve çatışmaya hazır kitlelere dönüştürmektedir. Yahudiliğin de Hıristiyanlığın da İslam’ın da Ortadoğu’daki tarihi böyle maalesef. Ortadoğu’nun dışına çıktığında üç din de nefes almış, medeniyetlerini göç ettikleri topraklarda kurabilmişlerdir.

İslam özelinde konuşmak gerekirse?

Temsil/vekâlet toplumuna dönüşen bir İslam anlayışımızın birçok sorunun kaynağında yattığını kabul edelim. Herkesi kendimize benzetmek gibi bir tahakküm arzusudur bu. Bunu da Allah’ın kanunlarını hâkim kılmak gibi gayet ulvî bir kisve altında yaparız. Allah’ın Hz. Peygamber dahil kimseye vekalet vermediğini, temsil arzusunun nihayetinde epistemik anlamda dikteyi, politik anlamda diktayı yarattığını görmeliyiz. Müslümanlar, “Ümmetinin ihtilafını/farklı farklı düşüncelere sahip olmalarını bir rahmet sayan” İslam peygamberine kulak verip kendilerine benzemeyenler hakkında zındık, münafık, kâfir gibi mahkum edici etiketleri icat etmeselerdi, bu travmaların büyük bir kısmı yaşanmazdı.

ŞİDDET ANAFORUNA DOĞRU

Bölgede din devletlerinden sonra mezhep devletlerine doğru giden bir süreç var. Rusya, İran ve Esed cephesiyle birlikte sanki Batı cephesi de bu konuda ikna olmuş gibi. İsrail’de Yahudi, İran’da İslam devletinden sonra Irak ve Suriye’nin Kürt, Şii ve Sünni olarak üçe bölüneceği bir süreç işliyor hali hazırda. Bu bölünmüşlüğün, bir arada yaşayamıyor olmanın dinler ve mezhepler açısından değerlendirmesi ne olabilir?

Bu parçalanmışlık daha büyük çatışmaların habercisi. Çatışmanın sebebi emperyal ve hegemonik karakterlerdir. İnsanın dinini de kendi heva ve hevesine gerekçe yaparak emperyal ve hegemonik bir karaktere büründürdüğü bir gerçek. Devletlerin çatışmacı karakterine bir de dine bindirilen çatışmacı karakter eklendiğinde içine çekileceğimiz şiddet anaforu katlanacaktır. Bu süreç dini tekrar devletten ayırarak çatışmayı ortadan kaldırma süreçlerinin işletildiği yeni bir Westfalya süreci demektir. Westfalya, Batı’nın din ve mezhep savaşlarından kurtulduğu tarihe işaret eder. Batı’nın kurtulduğu tarih, İslam coğrafyasına giydirilmektedir. IŞID daha şimdiden devlet olarak tanınsa bile BM’ye elçi göndermeyi şirk ilan etmekte, aynı şekilde devletleri birbirinden ayıran sınırların kabulünü şirk olarak tanımlamaktadır. Önce bölgenin ardından bütün dünyanın kontrolünü sadece kendi kontrollerine almayı hâkimiyet ideolojisinin olmazsa olmazı saymaktadırlar. Birbirini ötekileştiren, tekfir eden ve ölüme yazgılayan Şii ve Sünni bölünmesinin yarattığı travmayı onaramadan yeni bölünmelerin neler getireceğini tahmin etmek güç değil.

MEZHEPLER ÖZGÜRLÜKTEN DOĞDU

İslami açıdan bakarsak; mezhepçilik, asabiyetçilik İslam’da nasıl değerlendiriliyor, cevaz veriliyor mu?

Mezhepler, birer düşünce ekolü olarak doğdular. Farklı oluşlarını delillerle savunma refleksi güçlü bir tartışma ve eleştiri kültürünü de beraberinde getirdi. Hem fıkhî hem de itikadî mezhepler bu güçlü tartışma ve delil üretme tarzıyla İslam’ın düşünce birikimini meydana getirdiler. Farklı mezheplerin oluşumuna imkân veren özgürlükçü bir ortam vardı. Bu ekoller üzerinden mezhepçilik yapılması Hz. Peygamberin vefatından yaklaşık 300 yıl sonraya denk düşer. Dinde birey olarak sadece Peygamber’e bir değer atfeden onun dışında bireyleri bağlı oldukları cemaat/mezhep/tarikat gibi kolektif kimlikler üzerinden değerlendiren mezhepçi/cemaatçi yapılar bu özgür düşünce iklimini öldürdü. Kimliğin öncelendiği hakikatin ötelendiği bu mezhebî kimliklerin bu tutumu Kur’an tarafından kınanmaktadır (30/Rum, 32).

ÜMMET BÖLÜNDÜ MÜ?

Mezhepler, asabiyetler, aşiretler, halklar, milletler üstü bir kapsayıcılığı vardır İslam toplumunun tamamı anlamında “ümmet”in. Hal bu iken mezhep savaşı aynı zamanda ümmetin bölünmesi, sırat-i müstakim’in “sapması” demek değil midir?

Mezheplerin bu kadar yüceltildiği, kişiliklerin mezhep kimlikleri altında değerli ya da değersiz sayıldığı bir kültürün çatışmaya teşne bir ortam yarattığı açıktır. Müslüman ümmetin en akıllılarının (!) bile birbirini tekfir etmekten çekinmediği ötekileştirici bir kültürel kodlamayla yetiştirildiğimizi kabul edelim. Tahammül, tolerans, saygı İslam kültüründe hep dışa yönelmiştir. Bir gayr-ı müslime gösterilen müsamaha, farklı görüşte olan Müslümanlara gösterilmemiş ve gösterilmemektedir. Bugün hâla “Dinde zorlama yoktur” ayetinin Müslümanları da kapsayıp kapsamadığını tartışan ve bunun sadece İslam’a insanların zorla sokulamayacağını, girdikten sonra dinin emir ve yasaklarına riayette zorlanabileceğini söyleyen bir zihin hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, hangi politik kültürün parçası olursa olsun sorun yaratmaya adaydır. Kendi yorumunu/din anlayışını ‘din içinde zorlama vardır’ diyerek dikte eden diktaları önce ikna etmek gerekiyor.

Nasıl?

İnsanların yapıp ettiklerini eleştirmek ama kendileri hakkında hüküm vermemek. Bu birlikte iyi bir yaşamı inşa etmenin esaslı formülüdür. Klasik kültürümüzde iman ve amel arasında yapılan ayrımın amacı budur. Eleştiri yol bulmak içindir, eleştirdiğimizi yoldan çıkarmak için değil. Ama istisnasız bütün dinlerde ve dinî gruplarda, kendilerine benzemeyenleri mahkûm eden bir dilin olduğunu görüyoruz. Aforoz, herem, tekfir terimleri bu mahkûmiyetin anahtarları. “Neden imanın yerini kalp olarak göstermiştir Allah resulü?” diye sorar Maturidi ve: “Hiç kimsenin bir başkası hakkında hüküm vermesine imkân vermemek için” cevabını verir.

DAEŞ İSLAM’A AYKIRI HAREKET EDİYOR

Malum DAEŞ-IŞİD adlı terör örgütü İslam adına öldürdüğünü iddia ediyor. DAEŞ’in şüphesiz siyasi sosyolojik ekonomik koşulları var. Ama dini referansları iddiaları da var. O iddialar ve yöntemlerin İslam’la ne ilgisi var? DAEŞ neyi nasıl tahrif ediyor?

IŞID’ın doktrin olarak klasik İslam kültürünün pek gün yüzüne çıkmayan metinlerine referansla kendini beslediğini görmek gerekir. Makdisi, Zarkavi gibi Işıd’ın doktrinini geliştiren isimlerin özellikle büyük savaş (melhame-i kübrâ) rivayetlerine ayrı bir vurguları var. Doktrin olarak bütün kitapları tepeden tırnağa mesih ve mehdi rivayetleri donattığımız, alnından burnunun biçiminden mesih ve mehdi tanımlamaları yaptığımız bir kültürün içinden IŞID’ın çıkıp bu rivayetleri kullanması bizi niye şaşırtıyor! Herkesin arkasına düşüp küffarı toptan yok ettiği bir mesih kültüründen herhâlde bütün bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumayı birinci hedef olarak belirleyen ileri demokrasinin çıkmasını bekleyemeyiz!

IŞID’ın tutarlı ve evrensel bir ideolojisi yok. Evrensel bir hilafet kurarak şeriatı uygulamak temel ideolojisi. Şeriat dediği de el kesmek, yahut taşlayarak öldürmek. Dinin ortadan kaldırmaya çalıştığı şiddeti, dinin egemen kılınmasının aracı yapıyorlar. Evrenselleştirilemeyecek bir uygulamanın dinî karakteri olamaz.

IŞID, Şia’yı ve kendi dışlarında kalan Sünni Müslümanları tekfir ederek İslam’ın birleştirici gücünü kırmaya çalışıyor. Müslümanları zihnen ve fiziken parçalamaya niyetlenen harici bir düşman ancak bu kadar başarılı bir parçalama rolü oynayabilirdi!

IŞID’ın bir entelektüel şeceresi yok. IŞID, Roma ordusunu bekliyor. Bu ordunun Suriye’nin Dabık kentinde yenilgiye uğraması büyük melhame için geri sayımın başlaması anlamına gelmekte.

IŞID, giyim kuşamları yahut fiziki görünümleri gerekçe göstererek kendilerine benzemeyen Müslümanları infaz etmektedir. Bu kıyımların tek istisnası gayr-ı müslimler. Cizye verdikleri sürece onlara dokunmamayı Allah’ın emri sayan IŞID, sırf sakal bırakmadığı için Müslüman kanı akıtabilmektedir. IŞID’ın İslam devletinde, gayr-ı müslimlerin canını, malını, ırzını korumaya alan Allah, Müslümanlara böyle bir koruma sağlayamamaktadır(!)

KAOSTAN ÇIKMA SORUMLULUĞU MESİH’E YÜKLENDİ

DAEŞ-IŞİD’in Mesihçi söylemini biraz açar mısınız?

DAEŞ, Hz. Peygamber’in geleceğe ilişkin haberler verdiğini ve bu rivayetlerde kendilerine baş rolün biçildiğini iddia etmektedir. Mesihçi söylemlere ancak kitlelerin inanacağını söyleyen El-Kaide’den Bin Laden de DAEŞ’den Zevahiri de pek itibar etmediler. Zira, El-Kaide kendisine yakın hedefler koymuştu: Arap yarımadasından gayr-ı müslimleri kovmak, İsrail’i ortadan kaldırmak, Müslüman topraklardaki diktatörlüklerin sonunu getirmek, vs.

Amerikan’ın Irak’ı işgaliyle Orta Doğu’nun fiziğiyle birlikte ruhu da parçalandı ve mesihçi söylem hem halkta hem de yönetenlerde karşılık bulmaya başladı. Bütün bu kaosun içinden normal mekanizmaları çalıştırarak çıkma ümidini kaybedenler, bu ümidi -gelişi ve insanları kurtarışı- insanların ürettiği mekanizmaya değil aksine ilahî takdire transfer eden mesihçi fikre bağladılar. El-Kaide’nin hedefleri büyütüldü ve dünyanın sonuna ilişkin senaryolar seslendirilmeye başlandı. Mehdinin geleceği ve kıyametin kopuşundan önce Müslümanları zafere taşıyacağı yönündeki rivayetler tam da bu süreçte öne çıkmaya başladı. İçinde bulunulan şartlar bu beklentiyi sadece etik bir iyi-kötü mücadelesinin ötesinde psikolojik bir destek noktası olarak yaratmakta.

DAEŞ’İN MESİH SÖYLEMİ 

Bunların İslam’da karşılığı var mı?

Bu söylenenlerin bir kısmının Sünni doktrinde karşılığı mevcut. On iki meşru halifenin olacağı rivayetini aktarmakta ve IŞID’ın başındaki Bağdadi’nin de bunların sekizincisi olduğunu iddia etmekteler. Ayrıca Suriye’nin kuzeyinde Roma ordusunun İslam ordusuyla çatışmak için toplanacağı ve bütün bunların ardından Müslümanların Kudüs’te Deccal’le son çatışmaya girerek zafer elde edeceği yönündeki rivayetler de var. Horasan bölgesinden gelen Deccal’in hilafet ordusunu sayıları beş bine düşene kadar öldürüp Kudüs’te sıkıştıracağı, bu anda da Mesih’in inip Müslümanları zafere ulaştıracağı yönündeki rivayeti de buraya ekleyebiliriz.

DAEŞ DABIK’I MESİH İÇİN ALDI!

Bu mesihçi geleneğin gereği olarak IŞID, stratejik olarak hiç önemi olmayan Halep yakınlarındaki Dabık bölgesini öncelikle kontrolüne aldı. Çünkü rivayetlerde burası Roma ordusunun toplanacağı ve yenilgiye uğrayacağı yer olarak anılmaktadır. Bu sembolik değerinden dolayı bir Amerikalı’nın başı Dabık’ta kesilmişti. Roma ordusundan kastın Bizans olduğu, onun yerinde de 90 yıl önce hilafeti ilga eden Türkiye’nin bulunduğu dolayısıyla hedefin Türkiye olduğunu söyleyenler kadar, bundan kastın gayr-ı müslim güçler olduğunu dile getirenler de var. Tarihte bu rivayetlerin kendileriyle örtüştüğünü söyleyerek mesihlik iddiasında bulunanlar oldu. Bugün de IŞID aynı yolu takip etmektedir. Gaybı Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini söyleyen ayet, (65/Neml, 27) bütün bu bildirimleri anlamsızlaştırmakta.

DAEŞ TÜRKİYE’DE GÜÇLENEBİLİR Mİ?

DAEŞ’de ciddi oranda yabancı savaşçı olduğunu, bir kısmının da Türkiye’den katıldığını biliyoruz. “Türkiye Müslümanlığı” denilen İslam’ı yaşanma kültürü bakımından Türkiye’nin risk durumu nedir? İstismara çok mu açığız?

DAEŞ’e Türkiye’den katılımlarda daha çok dini gerekçeler kullanılmakta. İlk olarak, “Hilafet bayrağı altında olmayanlar, cahiliye toplumu dini üzere ölürler” şeklinde bir rivayete dayanmaktalar. Hz. Peygamberin yaşamında kendine hiçbir zaman halife demediğini ve zamanında öyle hilafet bayrağı diye bir olgunun olmadığını biliyoruz. Dolayısıyla bu, kof bir argüman.

İkinci olarak, Türkiye’de şeriatın uygulanmadığı yönünde. Hırsızın elinin kesilmesini, zina edenin taşlanarak öldürülmesini şeriat olarak bu insanların kafasına kazıyan kültüre önce itiraz etmeli.

DAEŞ’E KATILANLAR YAŞAMAYA GİDİYOR ÖLMEYE DEĞİL

Türkiye’de sıradan bir yaşam sürerken, küçük de olsa bir birliğin komutasını almak, bunun karşılığında azımsanmayacak bir getiri elde etmek de teşvik unsuru şüphesiz. Kutsal Savaş Şirketi adlı eserde betimlendiği gibi, terör bir şirket gibi çalışmakta, frençayzing vermekte ve bu yönüyle tam da seküler bir model içinde iş görmektedir.

Din gerekçe yapılsa da gidişlerin antropolojik bir temele yaslandığını kabul etmek gerekir. Eğitimli, iyi halli insanların da DAEŞ’e katıldığı iddiaları doğru değil. Her insanın kendine göre bir memnuniyetsizliği var. DAEŞ, memnuniyetsiz ama kesin kararlı radikalleri devşiriyor. Bunlar kendini bir davaya adamasını engelleyecek -mülkiyet gibi- bağlılıkları olmayan insanlar.

DAEŞ’e katılanlar bir yaşam kurmaya gidiyorlar, ölmeye değil. Kendi parasını basan, vergisini toplayan, belediye hizmetlerini yürüten bir devlet var Rakka merkezli. Ve Orta Doğu, ileri toplum idealleri temelinde değil de istikrar temelinde ele alınan bir bölge olduğu için, korkarım IŞID uzun vadede istikrarın bir parçası olarak legalleştirilip bölgenin kalıcı yeni çıbanbaşına dönüştürülebilir.

MÜSLÜMANLAR DA ÖZELEŞTİRİ YAPMALI 

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez hafta içinde İran’a gitti “Tüm bu hadiseleri sadece İslam muhaliflerine, şer güçlere, emperyalistlere, Siyonistlere bağlamak bizi kurtaramaz” diyerek bir özeleştiri yaptı. İslam dünyasının eksiği kusuru ihmali nedir bu terörde? 

İlk olarak, İslam dünyasını çatışan güçler halinde kurgulayan Batılı güçler değil. Hz. Peygamber’in vefatından sonraki Müslümanların tarihini, İslam’ın tarihi olarak okumak yanlış. O tarih kabilelerin, iktidar hırsının İslam idealinin önünde seyrettiği politik bir mücadelenin tarihidir. Bu tarihin ürettiği düşüncenin bir kısmı bizi zenginleştirirken, bir kısmı dekadansa/bir çöküşe itmiştir. Sünnilik ve Şiilik bu dekadansın politik ayaklarıdır. Hz. Peygamberin vefatından sonra, topukları üzere eski çatışmacı köklerine dönen ve kabile isimleri yerine dini kimlikleri yerleştirerek gelecek nesilleri de bu çatışmanın tarafı hâline getiren bir sapma tarihiyle karşı karşıya olduğumuzu görmemiz gerekir. Her Müslüman çocuk, Hıristiyanların aslî günahından daha vahim sonuçlar doğuran aslî bir tarihin parçası olarak doğmaktadır.

İkinci olarak, İslam dünyasının pratiğinden hareket ederek, geleceğin teorisini kurmak büyük hata olur. Bugünün tarihini kötüye kodlayan geçmiş iradeden bir kopuş gerçekleştirmek, önümüzdeki tarihin yeni kodlarla işlemesini sağlamak mümkün. Bu sorun sadece mezhep meselesini tartışarak aşılamaz. Dinin doğası ve insanlar için nasıl bir yaşam ön gördüğü sorusunu sorup, din anlayışlarımızı masaya yatırmalıyız evvelemirde.

ORTADOĞU TARİHİ TRAVMAYI BÜYÜTÜYOR

Evet ama nasıl?

Sonu izzet ya da zillet getiren bütün olayların insanlar arasında sırasıyla gerçekleştiğini bildiren ayet, (3/Al-i İmran, 140) izzeti de zilleti de bizim kendi derûnumuzda beslediğimiz düşüncelere ve eylemlere bağlamaktadır. Kerbela gibi travmatik olaylara yapılan sık atıflarla insanların içindeki kin ve öfke köpürtülmektedir. Bir inancın kin ve nefretle beslenmesi ne hazindir! Derin acı ve uzun yas, nefretle dolan ve şiddet aşamasına kolayca geçebilecek insanlar yaratır. Orta Doğu’nun tarihini bu travmatik olaylar üzerinden okumaya devam ettiğimiz sürece bu kısır döngüden çıkmak zorlaşmaktadır.

Hem politik hem de dinî inisiyatifi elinde bulunduranlar, politik kaygıların güdümünde ilerleyen ve gittikçe daha tehlikeli hâle gelen ilişkileri yumuşatmanın yollarını aramalıdırlar. Müslümanların tarihini, İslam’ın tarihi olarak okumak zorunda değiliz. Bu tarihin çatışmayı körükleyen unsurları belirlenmelidir öncelikli olarak. Diyanet İşleri Başkanı’nın inisiyatifini bu bağlamda okumak mümkün.

PKK VE HDP FİTNE ÇIKARMA DERDİNDE

Türkiye’de de teröre meyledenler var. Etnik kimliğe vurguyla eline silah alarak, insanları tehdit ederek, hendek kazarak, hendeklere barikatlara patlayıcılar gömerek, öldürerek siyasi sonuç almaya çalışanlar var. Onlara İslam ne der? 

Kur’an bir milletin kendi sınırları içindeki çatışmaları fitne olarak adlandırmakta ve savaştan daha tehlikeli sonuçlar doğuracağı yönünde uyarmaktadır. Fitne, hiç kimsenin ön göremediği uzun erimli sonuçlara gebedir. Afganistan, Irak, Suriye bunun en canlı örnekleridir. Savaşın kazananı var; fitnenin kaybedenleri.

Orta Doğu’daki yangın, HDP’nin niyetini erken deşifre ettirdi. HDP, Irak’taki ve Suriye’deki Kürtlerin kazanımlarının iç kaos neticesinde gerçekleştiğini dikkate alarak, Türkiye’de de kaos senaryolarına çalışmaktadır. Fitne dediğimiz durum bu. Kazananı olmayan bir anomi.

“HAYIR BARIŞTADIR”

Bütün olumsuzluklara rağmen, kelimelerin gücüne çağrıda bulunan Kur’an mesajına kulak verilmelidir. Davamız barış ve insanlık davası olmalıdır. Adalet ve merhamet talebi, yaratılmak istenen barışın ön şartıdır. Şiddet anaforuna çekilen gençler de halk da şiddetten nemalananlardan kurtarılmalıdırlar. “Herkesin barışın peşinde olması gerektiği” (2/Bakara, 128) yönündeki talep ötekileştirmeyi/bölücülüğü doğal olarak dışlar.  “... Hayır barıştadır ...” (4/Nisa, 128). “Size kötülük yapanlara karşı siz iyilikle karşılık verirseniz, o insanların size dost olduklarını görürsünüz.” (41/Fussilet, 34) ayetleri herkes için ümit kaynağı olmalıdır. Onarıcı bir adalete her zamankinden daha muhtaç olduğumuz açıktır.                

KUR’AN’A GÖRE AFFETMEK EN BÜYÜK ERDEMDİR

Şehitlerimiz var, gaziler var, birikmiş büyük acılar var ve daha da büyüyor, ne yazık ki. Nasıl baş edeceğiz tüm bunlarla? Toplumsal barışın sağlanması için, helalleşebilmek için neye ihtiyacımız var? 

Geçmişinde derin yaralar bulunan toplumların bir boşaltıma/katarsise ihtiyacı var. Bunun Kur’anî adı, aftır. Kur’an, affetmeyi en büyük erdem saymaktadır. Affın bulunduğu yerde, kin, öfke gibi yıkıcı içgüdüsel güçler barınamazlar.

İnsanları radikalize eden, gerçeklemeyen ümitler; verilip tutulmayan sözlerdir.  Bu babdan olmak üzere sivil ya da resmi samimi bir hesaplaşmaya gerek vardır.

Binlerce yıldır birlikte yaşamın yarattığı kader birliği yahut İslam ortak paydası söyleminin yıpratıldığı bir süreç yaşıyoruz. Sağduyu sahibi insanlar, politikaya ve devlete ait reflekslerden bağımsız düşünce ve davranış geliştirebilmelidirler. Çatışmaları müzakere aşamasına evirecek dip dalga halktır. Halkın bu ortak payda ve sağ duyu zeminini asla kaybetmemesi gerekir. Bu rıza toplumu olarak kavramsallaştırdığımız olgudur. Bu, her insanın bir diğerini olduğu gibi kabul ettiği, kimsenin kimseyi kendine göre hizaya getirmeye çalışmadığı, güven hissinin maksimum karşılığını bulduğu, temel hak ve özgürlüklerin herkes için güvenceye alındığı bir toplum yapısıdır. Çoğulcu toplum yapısını içeren ama onu aşan bir yönü vardır ‘rıza toplumu’nun. Zira insanların birbirinden razı oluşu, herkesin birbiri için var olduğu bu diğerkam toplum yapısının nihai maksimi (kusvâ’sı) Allah’ın rızasıdır.

Müslüman toplumu “bir bedenin organları gibi tanımlayan, bir organın acısının bütün bedeni ıstıraba sürükleyeceğini” bildiren Peygamber hadisinin tam hayata geçirilme zamanıdır! 

Bütün zorlukların bize içlerinde gizli kolaylıklarla verildiğini (94/İnşirah, 5) hatırda tutmak ve ümitvar olmak zorundayız. R. Tagore’un şiirsel ifadesini anımsamakta yarar var: “Her doğan çocuk, Tanrı’nın insanlardan ümidini kesmediğini göstermektedir.”