Referandum için de referandum yapalım!

Gezi Parkı krizi konusunda referandum seçeneğinin gündeme gelmesi olumlu bir gelişme. Bunun anlamı protestocu kitle ile hükümet arasındaki anlaşmazlıkta son sözü halkın söylemesi demek. Halkın hakemliğine başvurmak sağduyunun gereği. Üstelik halkın hakemliği söz konusu olmadığında elimizdeki tek seçenek daha fazla gücü olan tarafın arzusunun gerçekleşmesi olacak. Yani protestocuların başarı şansı yok.

 

Buna rağmen daha ilk anda “biz referandum istemiyoruz” itirazları duyuldu bazı protestocu gruplardan. “Çünkü” diyor bu grupların sözcüleri, “referandum çoğunluk faşizmidir.” Yani Gezi Parkı konusunun halk oylamasına götürülmesi halinde sandıktan kendilerinin istediği yönde bir sonuç çıkmayacağını düşünüyorlar.

Halkı kendilerine ve kendilerini halka uzak görmelerindeki problemi bir kenara bırakalım, burada demokrasiye dair ciddi bir kuşkunun da kendilerini toplumun seçkinleri olarak gören bir kesimin zihninde yer ettiğini görmek üzücü.

Seçimlerin veya halk oylamalarının sonucunda ister istemez çoğunluğun isteğinin gerçekleşmesi demokrasinin en temel zaafı. Bunu görüyoruz. Temsili demokrasinin çoğunluğun azınlığa tahakkümüne yol açmasını önlemek için “katılımcılık” istikametinde bir gidişat da var zaten dünyada. Gerçi bunu yakın vadede gerçekleştirmek o kadar kolay değil. Ama çoğunluğun yerine herhangi bir azınlığın isteklerinin gerçekleştiği rejim türlerine nispeten demokrasinin yine de daha kabule şayan olduğunu söylemek durumundayız.

Aslında halk oylamaları aracılığıyla işleyen “doğrudan demokrasi” mevcut sakıncaların giderilmesi yolunda en uygun sistemlerin başında geliyor. Ama bazen aksi yönde sonuçlar da ortaya çıkabiliyor: Referandum denince akla gelen ülke İsviçre. En az çikolataları kadar halk oylaması geleneği de meşhur bu ülkenin. Hatta “yönetim şekli: doğrudan demokrasi” diyenler bile var. Aklınıza gelen, gelmeyen her konuda referandumlar düzenleniyor. Biz de şaşkınlıkla izliyoruz. Mesela geçen yıl çalışanların yılda dört hafta olan tatil sürelerinin altı haftaya çıkarılması önerisi referanduma götürüldü. Ülke nüfusu içinde işverenlerin sayısı çalışanlardan daha fazla olduğu için (!) bu öneri halkoylamasında reddedildi.

Daha önceki yıllarda camilere minare yapılmasını yasaklayan yasa referandumla kabul edilmiş ve ibadet özgürlüğüne kısıtlama getiren bu karar Müslümanlar arasında infial doğurmuştu. Bu yıl ise yabancılar yasasını göçmenler aleyhine değişmesi yönündeki öneriye İsviçre halkının çoğunluğu vicdanları sızlamadan evet diyebildi. Ama İsviçre’deki sistemin kusuru temel insan haklarına ilişkin bazı konuların da referanduma götürülmesinin mümkün olması. Yoksa referandumun kendisi yanlış bir uygulama denemez.

Öte yandan, özellikle mahalli konulara ilişkin yasal değişikliklerin orada yaşayan insanların görüşü alınarak gerçekleştirilmesi “doğrudan demokrasi”nin hayata geçmesi anlamında son derece olumlu bir uygulama ve sadece İsviçre’ye mahsus bir gelenek değil. Demokratik rejimle yönetilen ülkelerin birçoğunda özellikle ve çoğunlukla yerel konularda karar alınırken referandum mekanizması işletiliyor. Bu sayede ilgili kanunların ve mevzuatın mahalli şartların ve ihtiyaçların öngördüğü şekilde düzenlenmesi mümkün oluyor.

Ama referandum veya plebisit denilen bu tür halk oylaması uygulamalarının bir gelenek içinde gelişip bugüne ulaştığını da unutmamak lazım. Mesela İsviçre küçük küçük şehir devletlerinin birleşmesiyle oluşmuş bir federasyon. Batı Avrupa’nın neredeyse bütün şehirlerinde olduğu gibi belediye meclisleri geleneği var. Merkeziyetçi bir düzen altında yönetilmeyi kendi çıkarlarına aykırı gören burjuva sınıfının güçlenmesinin paralelinde feodallere karşı güç kazanmış olan bu meclisler belirli bir yerel yönetim geleneğini temsil ediyorlar. Dolayısıyla adem-i merkeziyetin erken dönemde teşekkül ettiği bu şehir devletlerinde “doğrudan demokrasi” veya “yarı doğrudan demokrasi” denen sistemin işletilmesi nispeten kolay.

Ne var ki referandum geleneğine sahip olmak “daha demokrat” olmayı gerektirmiyor. İsviçre’de kadınlara oy hakkı tanınması yönündeki girişimler 1959’da başlamış ve ancak 1990 yılında tamamlanmıştır. Ülkenin kuzeyindeki Appenzell Innerrhoden kantonunda kadınların yirmi üç sene öncesine kadar oy hakları yoktu.