Rüya da olsa güzel, ama gerçekse muhteşem...

Güzel, o halde yola devam edebiliriz...

‘Nevruz’, bizler için, yazılışında bile anlaşamadığımız, sürekli tedirginlik kaynağı olmuş bir sözcük; alfabemiz müsaade etmediği için ‘w’ ile yazamadığımız gibi, o vesileyle yakılan lâstikler ve hemen ardından tırmanan eylemler yüzünden gerçek anlamını kavramakta zorlandığımız bir yıldönümü...

‘Baharın başlangıcı’nı ilk kez dün sözcüğün anlamına uygun değerlendirebildik...

Artık ülkemize ‘gerçek bahar’ gelebilir...

Türkiye sözcüğün her iki anlamıyla ‘garip’ bir ülke...

Kimseler kızmasın, ama kolayı zorlaştırmayı, kulağı tersinden göstermeyi, düzü engebeli hale getirmeyi beceriyoruz; öylesine ‘garip’ bir ülke burası... Sorunları düğümleştirdikten ve işin içinden nasıl çıkacağımızı bilemez olduktan sonra, birden tünelin ucundaki ışığı farkediyoruz ama...

Öte yandan, tek başınayız, güvendiğimiz dağlara hep kar yağıyor, kendilerinden medet beklediklerimiz gözümüzü oyuyor; o anlamda da ‘garip’ bir ülkeyiz. Sonunda kendi yağımızla kavrulmamız, kendi söküğümüzü kendimiz dikmemiz, elimizle ürettiğimiz sorunu bizzat çözmemiz gerektiğini anlıyoruz. İş işten geçiyor, atı alan Üsküdar’ın yolunu tutuyor, Basra harap oluyor, nihayet aklımız başımıza geliyor...

Geç oluyor, ama sonunda sahil-i selâmete ulaşıyoruz ya, bundan dolayı sevinebiliriz...

Son 30 küsur yılımızı, esas soruna kulağımızı tıkayıp konunun yalnızca ‘terör’ yönüne yoğunlaşarak heba ettik. Heba ettiğimiz sadece günler, aylar, yıllar değildi elbette; dişimize tırnağımıza kadar silâhlanmaya, güvenlik harcamalarına ayırdığımız milyarlarca dolarlık kaynakları da gözden çıkarabiliriz... Ya kaybettiğimiz 40 bin civarında insan ne olacak, onları gözden çıkarabilir miyiz? Hep birlikte yaşamış insanların birbirine ters bakmaya başlamasını, hiçbir konuyu ağız tadıyla tartışamaz hale gelişimizi?

Dünyanın en değerli coğrafyasında çalışkan insanlar ülkesi olan Türkiye, çok uzun yıllar burnunun ötesini göremez duruma kendini mahkum etti. Kendi kendimizi dünyaya kilitledik...

Her kilit bir gün açılır. Türkiye’nin kilidinin anahtarı son on yıl boyu içerisinde bulunduğu bohçadan çıkarıldı, paslarından ve küflerinden arındırıldı, temizlendi, yağlandı ve kilidi açacak hale getirildi.

Nevruz’un kutlandığı gün anahtarın kilide sokulduğunun sesini hep birlikte duyduk...

Bulunduğum yerden baktığımda, kilidin bu anahtara direnemeyeceğini ve kendini teslim edeceğini görüyorum. Etnik terörün ortadan kalktığı, silâhların konuşmadığı, taleplerin siyasetin diliyle ifade edildiği, korkunun yerini umuda, fakirliğin zenginliğe, cehaletin bilgiye bıraktığı bir ülkenin hayalini kuruyorum kilidin içinde anahtarı gördüğüm andan itibaren...

Ülkenin sınırlarını aşan bir hayal benimki; etrafımızdaki coğrafyayı kapsadığı gibi kıtalar da gözümde küçülüyor... Biz durduğumuz yerde duruyoruz, çevremizdekiler bize bakıp kendilerini toparlıyorlar; uzaklardan bakanlar ise bulunduğu coğrafya için ‘standart’ teşkil eden bir ülke görüyorlar... Dostlarla yeniden dost oluyoruz, düşmanlarla barışıp dostluk halkamızı genişletiyoruz...

Diyarbakır İzmir’le Edirne Hakkari’yle bütünleşiyor...

Rüya gibi bir şey bu. Yoksa kapıdan görünen baharın etkisiyle gerçekten rüya mı görüyorum?

Yoksa hepimiz rüya mı görüyoruz?