Abdullah ibni Mes'ûd dünyanın en hüzünlü vedasını bizlere şöyle anlatır:
"Canım O'na feda olsun! Sevgili Peygamberimizin ayrılık vakti yaklaştığında Hz. Âişe annemizin evinde toplandık. Efendimiz bizlere baktı, gözleri doldu. Sonra:
'Merhaba size, Allah'ın selamı üzerinize olsun. Allah sizi korusun, sizi huzur içinde yaşatsın, size merhamet etsin, size yardım etsin, sizi rızıklandırsın, sizi yüceltsin, sizi başarıya ulaştırsın. Sizi Allah'a emanet ediyorum. Ayrılık vakti yaklaştı. Allah'a, Cennetü'l-Me'vâ'ya, Sidretü'l-Müntehâ'ya, Refîk-i A'lâ'ya dönüş var. Allah size rahmet etsin, sizi peygamberinizden dolayı hayırla mükâfatlandırsın. Burada bulunmayan ashâbıma selam söyleyin. Kıyamet gününe kadar benim dinime tâbi olanlara da selam söyleyin.' buyurdu ve ağlamaya başladı. O ağlayınca biz de ağladık." (İbni sa'd tabakat)
Ölüm gibi keskin bir veda yoktur, çünkü o, gidişlerin arasında dönüşsüz olanıdır.
Enbiyâ Sûresi'nin 35. âyetinde: "Her canlı ölümü tadar. Bir imtihân olarak sizi hayırla da şerle de deniyoruz. Ve siz ancak bize döndürüleceksiniz..." buyrulmaktadır. Ölüm, bizim geleneğimizde, dönüştür. Dünya, ilâhî bir sınav, ölüm zorunlu bir yolculuk yasasıdır.
Hazret-i Peygamberimiz: "Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!" buyurur. Hasta ve kabir ziyaretleri, arkadaşlık, dostluk, komşuluk hukukundandır ve bizlere hastaya, müteveffaya dair bir empati imkanı sağlar... Günümüzdeyse ölümden bahsetmek, ölümü hatırlamak neredeyse bir akıl hastalığı olarak itham ediliyor...
Şüphesiz ki ölüm hayatın en acı gerçeğidir. Kur'an-ı Kerim; "Biz Allah'a aidiz ve yine O'na döneceğiz." (Bakara 156) ifadesiyle, ölümü bir yok oluş değil; insanın aslına rücû, Allah'a dönüşü, kavuşması, gerçek hayatı ve ebedîliği kazanması olarak nitelenmektedir. Bu sebeple büyük düşünürler için ölüm, dünyada iken gurbette ve ayrılıklar içinde olan insanın asıl vatanına, yurduna dönüşü veya sevgiliye kavuşulan bir "şeb-i arûs"tur.Bu konuyu Mevlânâ şöyle terennüm eder:
"Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma; bu çeşit bir şüpheye düşme.
Bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem, işte o zaman yazık yazık demenin sırasıdır.
Cenazemi görünce ayrılık, ayrılık deme. O vakit benim buluşma ve görüşme zamanımdır.
Beni kabre indirip bırakınca; sakın elveda, elveda deme. Zira mezar cennetler topluluğunun perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan gelir ki? Sana batmak görünür; ama o, doğmaktır. Mezar hapis gibi görünür; ama o, canın kurtuluşudur.
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun? Hangi kova kuyuya salındı da, dolu dolu çıkmadı? Can Yusuf'u ne diye kuyuda feryat etsin?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç. Zira senin hây u huyun, mekânsızlık âleminin fezâsındadır."
Yunus Emre de: 'Ten fânîdür cân ölmez çün gitdi girü gelmez/ Ölür ise ten ölür cânlar ölesi degül' mısralarıyla, ölümün bir visal, ruhun ise ebedî oluşunu teyid eder.
Ayrılık ve ölüm sadece dini fikriyatın konusu değildir, şiirimizin, şarkımızın, türkümüzün, hikâyemizin, kısacası geleneğimizin asli konularındandır. Ne demiş arifler; işte geldik gidiyoruz, kalanlara selam olsun...