Sabır ve barışa dair sessiz bekleyiş

Yeni bir müzakereler geçidine girdik. MİT ve BDP üzerinden yürüyen İmralı görüşmeleri bu kez öncekilere nazaran daha bir görünür halde. Genel olarak dikkatli, sabırlı yorumlarla sürecin sabote edilmemesine yönelik jesti önemsiyorum. Çünkü acı, gözyaşı ve kanla tartılan otuz yıllık süreçten hepimiz yorgun düştük, acı hepimizin kalbine cidden değdi...

Mesele sadece; terör, güvenlik, kültürel kimlik, yönetsel özerklik gibi kelimelerden ibaret değil. Sessizce ve sabırla bekleyenleriyle düşünüldüğünde, meseleye bedel ödeyerek maruz kaldığı halde taraf olarak görülmeyen hepimiz de işin içindeyiz aslında...  

Otuz yıllık acının evinde, umudunu sabırla korumaya çalışanlar olarak bekliyoruz.

Hem red ve inkar politikalarının bedelini işkenceden yakılan köylere, toplu mezarlardan faili meçhullere kadar ödeyenler... Geri dönecek köyünü bir türlü bulamayanlar... Hem de avuçlarına kına yakarak askere yolladığı evlatlarını bayrağa sarılı tabutlarla karşılayanlar... Tek suçu öğretmenlik olanlar, bindiği otobüste, gittiği dersanenin önünde havaya uçurulanlar, yakılan okullar, kırılan kalemler... Derken... Sessizce bugüne kadar gelebilenler... Yani hepimiz...

Hesabı hep bizim ödediğimiz bu masadan, artık iyilikle kalkmak isterken, beklentilerimiz nedir? Kimsenin elinde sihirli değnek olmadığını elbette biliyoruz ama bu sefer, güvenmek istiyoruz.Kimse unutmamalıdır ki, bu zorlu müzakere sürecine tahammül, en başta Başbakanımıza olan toplumsal güvenle yürümektedir.   

Temsil vekaleti verdiğimiz Meclis’e de güvenmek istiyoruz... Bunu politik bir yarışma, rutin polemik konusu mahiyetinde laf yarıştırmalarına dönüştürmeden, başarabilecekler mi? Siyasetin bunu başarıp başaramaması, toplumun başarıp başaramaması anlamındadır.  

Uzmanların ve kompetanların eşliğinde ince startejilerle yürütülen bu müzakerelerin başarılı olup olamaycağının yanısıra halka nasıl anlatılacağı da önemli. Müzakerelerin halkla ilişkiler boyutu hakkında neler yapılabilir?

İletişimin bu kadar hızlı olduğu bir çağda, holiganları tarafından kızıştırılan sosyal medyaya mahkum olmak istemiyoruz. Temiz bilgi ve samimi açıklamlara dayanan, insani bir iletişim dili istiyoruz, bu konuda yazılı ve görsel medyaya büyük sorumluluklar düşüyor kuşkusuz. Medyanın yergide olduğu kadar müsamahada da kaçtığı sınırsızlık, sabrı taşıracak raddeyi zorluyor. Öcalan kimdir? Terör suçlusu mu fikir suçlusu mu? Bebek katili mi, hayırlı sözler sarfeden bilge kişi mi? Uzmanlarınca kurulan psikolojik harp oyunlarına kurban edilmiş bir dili değil, vicdanımızın sesini, karşılığını ve katılımını da bulacağımız bir dil istiyoruz...

Sorulan soruların, sabırla ve elden geldiğince alçakgönüllülükle cevaplanmasını bekliyoruz. Her soruyu; derhal dış mihraklarla, provakasyona alet olmakla, derin güçlerin oyununa gelmekle, şunun veya bunun adamı olmakla ilintilendirmek... Zaten sessiz yığınları bir kez daha sessizleştirmek oluyor... Bu katmerlenmiş sessizlik, belki süreci çözmekle görevli kompetanlara “hız” ve “zaman” kazandırabilir... Horozu çok olan köyün sabahı geç olurmuş sözünden mülhem, sorduğumuz bazı sorular, asap bozucu hatta zaman kaybettirici de gelebilir müzakereyi yönetenlere... Ama onlara da sabır düşüyor, hem de biz sivillere düşenden çok daha geniş bir sabır...

Çünkü toplumsal çözüm dediğimiz şeyin hakikati, toplumsallığıyla doğru orantılıdır.

Dolayısıyla sabrın, tahammülün beklendiği toplumun, çözüme katılımı, hatta zaman zaman çözümsüzlüğe yakın dirençleri de birleştirilerek yürünecektir hakikatin caddesinde...