Sadece Emine Erdoğan mı ‘inanıyor’ ona?

Geçen Ramazan’da Arakan’daydık. Emine Erdoğan Hanımefendiyle uçakta yaptığım röportaj gazetemizde yayınlanmıştı. Mülakatın yayınlamadığım parçalarına bakarken aşağıdaki konuşma dikkatimi çekti.

“Soru: Siyaseten risk taşıdığını düşünmüyor musunuz aktivizminizin, sadece iyilik ve yardım değil, adalet, insan onuru, vatandaşlık hakları, kamu sağlığı, yoksullukla mücadele, kız çocuklarının eğitimi, kadının statüsü  gibi önemli başlıklarınız var, eşinizle konuşuyor musunuz bu duyarlılıklarınızı...

Cevap: Hemen her konuda birbiriyle konuşan bir çiftiz, sadece Uluslararası toplantılar için değil her konuda konuşuruz. Elbette eşimin fikirlerini önemsiyorum daha da önemlisi ona inanıyorum. Onun desteği teşviki benim için önemli, evlilik öncesi günlerimden beri aktivist bir kimliğim var, ama bu evlilikten sonraki süreçte eksilmedi hatta arttı diyebilirim. Bir tek kişi bile Allah razı olsun dese yeter bize, yani başkaları ne diyecek diye değil, vicdanım böyle diyorsa, o duruşu sürdürmeliyim derim.”

***

Arakan hakkındaki sempozyumda moderatörü olduğum oturumda Prof. Richard Falk şöyle demişti: “Uluslararası hukuk ne yazık ki tıpkı Somali’de olduğu gibi Arakan’da da başarısızlığa uğramıştır. Siyasi iradeyi, uluslararası hukuku harekete geçirmek için tepkilerimizi seferber etmeliyiz. Bu yumuşak güçtür, insanlığın ahlaka çağrısı. Emine Erdoğan Hanımefendinin dokunaklı sözleri kulaklarımda çınlıyor; çünkü o birinci göz olarak acının doğduğu yere gitti ve gördü. Tüm dünyaya bir şey söylemek istedi. Prof Derrida’nın söylediği şu cümleyi hatırlattı Hanımefendi bana: Ya birbirimizi seveceğiz ya da öleceğiz ...”

“Yumuşak güç” dipten gelen yeni küresel dalga olarak, sivil siyasetin yeni yüzü ve gücü, bunu kuranlarsa çoğu kez güç temerküzündeki ana akım politikler değil, daha yatay ve sivil kimlikler.

***

Ertuğrul Özkök, “Gezi” olayları üzerinden mütedeyyin kadın yazarlara yönelik üst üste çağrılar yaptı. Başlangıçta çevrecilik çehresiyle çıkan itirazlar ne yazık ki 31 Mayıs sonrası başta Taksim’i ama evlerimize kadar hepimizi adeta cehennem provasına itti. AVM yapılmayacağı sözü, Mahkeme kararı ve bizzat Başbakanın müzakeresine rağmen, bu sefer de “zaten maksat ağaç değildi ki”ye döküldü iş. Gözaltı, jop, gaz... 25 yıldır başörtüsü yasaklarını protesto eden bir pasif eylemci olarak bunların hepsini tattık. Ama hiçbir zaman kaldırım taşlarını söküp, üstgeçitten aşağı, geçen arabaların üstüne atmadık mesela. Ölümler oldu. Bunu hem adli makamlar hem kamu vicdanı takip edecektir, hepsine çok üzüldük.

Aynı şiddette olmasa da pek çok kadın Zehra D. gibi, katılmadığı bir eylemin darbesini yedi. Ertuğrul Bey bir kadının konuşmak istemediği durumlar olabileceğini anlayışla karşılamalı. Ölmüş analarımıza kadar galiz küfürler söylenirken, olayın esas kahramanı olmayan başörtülü kadınlara yönelik saldırılar, ODTÜ’lüler tarafından “integral almayı bilmeyen ablalar” indirgemesiyle karşılanabildi.

***

Emine Erdoğan’ın “inanmak” üzerinden söyledikleri çok mühim. Sadece sadık ve aşık bir eşin dile getirdikleri değil bu cümleler. Çünkü Emine Hanım eşinin aynı zamanda yol arkadaşı. Tayyip Erdoğan icraatları, demokratik bir sistemde elbette muhalefet şerhlerine açık siyasi eylemlerdir. Ama Gezi olayları bize şunu göstermiştir; “masum” dedikleri bir çevre muhalefetinden yola çıkarak “devrim” kotaracakların ilk hedefleri 1968’den 2010’a kadar kamusal alana girmeleri yasaklanmış başörtülü kadınlardır. Ne diyorduk... Birine inanmak... Bu, belki dünyada aşka en yakın kelimelerden biridir ama daha etkindir,varoluşsaldır. Etkisi yaşamaktır çünkü inancın, aşksa fedadır fenadır. Önce hayatın içinde var olabilsinler de kadınlar, sorgulama bilahare gelecektir. Son kitabınızda itinayla kaleme aldığınız Hz.Aişe sahifeleri de bunu anlatıyor aslında.