Sadece ‘konuşan’ değil ‘işiten’ devlet

Başbakan Erdoğan, 11 Kişilik Gezi  Parkı heyetiyle 4 saat 25 dakika süren bir görüşme yaptı. Görüşmeden sonra, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Gezi Parkı bağlamında “referandum”a gidilebileceği sinyalini verdi.

 

Taksim/Gezi olaylarından sonra “kentin geleceği ve kentlilerin bu geleceğe katılımı”nı konuşmaya başladık. Bunca kaos ve şiddet olaylarından sonra gelinen zemin umut vaat ediyor. Başbakan Gezi’deki gerçek kişilerle direkt konuşmayı tercih ederek yönetim sosyolojisinde yeni bir sayfa açtı. Aslında “çözüm süreci”nde tüm Anadolu’ya yayılan Akil Heyet fikri de bu yeni siyaset sosyolojisinin başlangıcıydı. Gerçek kişiler ne söylüyor? Devlet/birey arasındaki kalın ve sağır duvarların aşılması hamlesidir bu... Batı’dan kodifike edilmiş bir şey değil, iktibas yöntemiyle dışarıdan alınmış bir uyum konsepti ya da kopyala yapıştır hamlesi de değil. Türkiye’nin kendi tecrübeleri içinden var edip çıkardığı/çıkaracağı Türkiye’ye has toplumsal barış ve hukuk yolculuğunun önemli bir kazanımı. Referandum açıklamasını, “işiten” devlet olarak okuyorum ben. “Konuşan devlet”i bu kadar yaşadıktan sonra...        

 

Toplumun ve toplumu oluşturan fertlerin psikolojisinin ne kadar önemli bir mesele olduğunu giderek daha fazla idrak ediyor siyaset teorisyenleri. Yönetim kavramından yönetişim diline geçişteki anahtar kelime; “katılım”. Artık yönetim dendiğinde yönetenlerle yönetilenler arasındaki keskin ve aşılmaz sert duvarların aşıldığı bir zamandayız. Yeni siyaset daha fazla, aktif, mümkün olduğunca doğrudan katılımı önemsiyor. Siyasetin kompetanları aracılığıyla yürütülmesi, başarılı sonuçlar verse de artık kimseye yetmiyor. Toplumsal psikoloji açısından, bireyin kendisini yapılıp edilenlere dahil ve ait hissetmesi, en az profesyonelce işleyen memleket işleri kadar önemli...   

 

Referandum” sadece psikoloji  veya halkla ilişkiler anlamını da taşımıyor. Hukuki karşılığı olan bir eylem olarak referandumun; yerel yönetim mevzuatındaki yerini, çerçevesi ve işletilme koşullarını, genellik ve eşitlik prensipleri bağlamında yeniden düşünmemiz gerekiyor.

***

Doğu Grubu olarak ziyaret ettiğimiz illerden Tunceli’de 1-3 Mayıs günlerinde yaptığımız görüşmelerde “çevre” bağlamındaki talepler, genel anlamıyla adalet ve eşit yurttaşlık talepleriyle neredeyse yarışacak çapta öndeydi. Güvenlik sebebiyle terk ettirilen, kesilen veya mayın dolayısıyla tehlike arz eden, yasaklanmış ormanlar hakkında sadece yerel yönetimler, sivil örgütler, çevreci gruplar değildi şikayetçi olanlar. Siyaset dışı pek çok insan, özellikle yaşlı nineler, anneler, genç kızlar, “ziyaret” olarak ifade ettikleri ağaçlık alanları, bazı su gözelerini, nehir başlarını, inanç dünyalarının gereği mukaddes olduğunu düşündükleri yatırları... Güvenlik konsepti uygulamaları neticesinde kaybettiklerinden dolayı yakınıyorlardı. Gola Çato denen mevkide ağaçlara sarılarak ağlaşan kadınların, “Başbakanımıza ne olur söyleyin, ne olur yazın bunu defterlerinize...” feryatlarını unutamam. Ağaç kesilmesini dünyanın sonu gibi bir felaket, feci bir uğursuzluk, felaketleri çağıracak bir tür lanetlenme, nasibin kalkması, nimete şükransızlık şeklinde görüyor yöre halkı. “Ağacı kesmişsin, say ki Hz. Hızır’ın boynunu vurmuşsun” diyen nineye 2014’te uygulamaya girecek uluslararası su kaynakları konsorsiyumundan bahsetmek çok kolay değil kuşkusuz. Su rezervi veya güvenlik elbette çok önemli sorunlar, hayat memat meselesi. Ama bu durum halkla kurulacak doğru iletişim yöntemiyle anlatılmalı. Toplumsal barış, emek, estetik, sabır, devamlılık istiyor...

Gezi’deki ağaçlardan Dersim’in ağaçlarına niçin geçtim? Batı’daki çevre duyarlılığına hassasiyet gösteren güç, Doğu’daki çevre ve inanç duyarlılığına da benzeri hassasiyeti göstermelidir diye düşündüğümden. Batı’nın ağacı ne kadar önemliyse Doğu’nun ağacı da o kadar önemlidir. Tıpkı kanun önünde Batılı ya da Doğulu olsun her yurttaşın eşit olduğu gibi .