Şam’daki “KURBAN BAYRAMI”...

Bu, siyasi bir makale değildir...

Bu, vicdanı sarsan, ruhu kanatan bir feryadın ihbarıdır...

Ajansların geçtiği şu habere bakar mısınız: “Suriye’nin başkenti Şam yakınlarında rejim güçlerinin kuşatmasıyla karşı karşıya bulunan bölgelerdeki halk için fetva yayımlayan bir grup âlim, insanların kedi, köpek ve eşek eti yiyebileceğini belirtti. Açlıktan ölmemek için halkın normalde dinen yasak olan hayvanları yiyebileceğini söyleyen âlimler, fetvanın özellikle Şam yakınlarındaki tarım bölgesi Guta’da kaçamayanları hedef aldığını belirtti. Benzer fetvalar daha önce Halep ve Humus kentleri için de verilmişti. Sınır Tanımayan Doktorlar Grubu Başkanı Christopher Stokes, bölgedeki durumun “saçma” olduğunu söyledi. “Kimyasal denetçiler istedikleri bölgelere gidebilirken yardım konvoyları engelleniyor ” dedi.”

Gönüllerimiz yıkıldı. Omuzlarımıza tonlarca ağırlıkta bir yük bindi Suriye için çıkartılan son fetva ile ilgili olarak... Bu, insanlığın ayak uçlarındaki toprağı bile üzüntüden titretecek çapta bir iştir. Canhıraş’tır, hayatla memat arasındaki ince sırat’tır, ölmeden evvel dünyada tutunacak son dal’dır bu iş... Gözlerimiz önünde eriyip akan hayatın en son çıkıntıya takmasıdır parmaklarını... Son nefesten önce yükselmiş ve büyük ihtimalle ucu arşıalaya  çıkmış bir ahh’tır...

Biz, bunu yazarken dahi ağır hicabın altında eziliyoruz.

Biz, bunu kendi aramızda alçak sesle konuşurken bile bellerimiz bükülüyor.

Çünkü, bir beldede açlıktan ölen bir kimsenin sorumluluğu o beldede yaşayan herkese aittir. Hatta İmam Servî’ye göre, kardeşlerinin açlık dolayısıyla ölümünden haberdar olmayan diğerleri, “katl” suçuna ortaktır ve maktulün kısas’ı, hepsine paylaştırılır.

Biz, evet, Suriye’de yaşamıyoruz. Lakin Suriye bizim en uzun hudut yolumuzdur. Tarihi, kültürel ve dini müştereklerimizse apayrı bir mevzudur; zira orada hudut yoktur. Suriye, hiçbir zaman “dış” olmamıştır bize, Suriye bizim içimizdir, kalbimizin, ruhumuzun, zihnimizin içidir...

Biz, evet, Suriye’de yaşamıyoruz. Ama ülkemizin yedide üçü, Ankara’dan çok Suriye’ye... Yedide dördüyse İstanbul’dan çok Suriye’ye yakındır mesafe itibariyle. Ama dedim ya; kader birliği ne mayın tarlasını dinler, ne dikenli hudut... Suriye, hısımdan öte, kardeştir, evlattır, annedir, gelindir, tebessümdür, iyilik duasıdır, şiirdir, sudur, Allah’a emanet ettiğimizdir bizce...

Tüm bu iç içe geçmişlikleri uzun belleğin...

Bizlere büyük bir yük bindiriyor.

Siyasetten anlamıyorum ben, benim gürleyen toplarım, tüfeklerim, keskin kılıçlarım da yok. Ama ben buna isyan ediyorum... Bir bayram günü, evleri başlarına yıkılmış, açlık ve susuzluk çemberiyle kuşatılmış, zehirli kimyasal silahlarla yakılmış, Kerbela Faciasını tekrar eden bu gündeme: İsyan, itiraz ve intizar ediyorum...

Fıkıh bilmiyorum ben. Bildiğim Kelime-i şehadet. Kıldığım namaz, döndüğüm Kıble, tutunduğum oruç, vererek arınacağıma inandığım zekat ve büyük istikamet yürüyüşü Hacc’dan başka bildiğim pek bir şey de yoktur benim...

Ben, uğruna nice kanların döküldüğü mezhep kavgalarından da yorgun, şikayetçi ve bîzârım. Veda Hutbe’sinde Hz.Resul’ün(sav) iki ayağı altında ezdiği kan davasını, yeniden ortaya çıkartıp etrafında şehvetle tapınanları da Allah’a ve Resulü’ne şikayet etmekteyim... Gerçekten siz, ne çabuk da unuttunuz...

Bayram Gününde bile durmayan öldürme, yok etme, sürgün, bozgunculuk hevesinizle nereye kadar gidebileceğinizi zannediyorsunuz? Aramızda hiç ölmeyecek olan kim ise, ona verelim bu insanlık suçlarını işleme yetkisini... Hiç ölmeyecek hanginizse, çıksın bir adım ileriye, hanginiz? 

Ve gözlerini siyaset bürümüş kişiler... Halkını gözlerini kırpmadan yakan, kesen ve süren o korkunç adamın kirli ellerini nasıl da tutup destek oluyorsunuz? Yazıklar olsun!