Sandalye gıcırtısından gelenek oluşturmak mümkün müdür?

Edebiyat uzlet ister denilmiştir. Yani yalnızlık olmadan eser verilmez. Yalnızlığınız da kimsesizlik anlamında bir yalnızlık olmayacak. Hani büyük kupalarda kahve, salaş bir hırka, kitaplarla dolu bir oda, az sayıda arkadaş ve sıcak bir yuvadan oluşan bir yalnızlıktan bahsediyorum.

Babam fakülte kampüsündeki lojmanında tam da yukarıda saydığımız gibi bir uzlete sahipti. Ben “dipnotlu yalnızlık” diyordum onun bu her geçen zaman koyulaşan inzivasına. Başkalarına göre sıkıcı gelen bu hayattan babam şeker yer gibi zevk alıyordu. Anneme dermiş ki merhum Cemil Meriç üstadın deyişiyle “kütüphane ve birazcık zeytin ekmeğe razıyım yeter ki beni bu yuvamdan çıkarmasınlar.”

Babamı kimse yuvasından çıkarmadı. Emekli oluncaya kadar fakülte lojmanında yaşadı. 

Akşamları yürüyüşe çıkmak, çarşı pazar işini dersinin olduğu gün halletmek -sonrasında eve kapanabilmek için- üniversite kütüphanesinde hep aynı köşeye oturmak, her meyvenin ham halinden alıp tuza batırıp yemek, ödüllü bulmaca kovalayıp ödül olarak kazandığı kitapları köy okullarına göndermek gibi şimdi tüm detayıyla hatırlayamadığım alışkanlıkları vardı babamın. 

Ve tabi bir de sandalyesi. 

Babamı anlatacak beş kelime nedir desem onu tanıyan herkes bu sandalyeden bahseder kesin. Sandalyenin özelliği çok sağlam yapılmış olması, sallanan sandalye olması ve ne kadar tamir edilirse edilsin “gıyyık” diye bir ses çıkarmasıydı. Bu ses benim ve ablamın çocukluğunun özeti gibidir.

İnsan tüm çocukluğunu bir ahşap sandalyenin “gıyyık” sesine nasıl hapseder?

Çünkü babam bizi o sandalyede, kucağında uyuturdu. İnsan uyumadan hemen önce duyduklarını hiç unutmuyor. Ben de o sesle uyudum ve büyüdüm diyebilirim.

O ses varsa bil ki baba evdedir ve gürültüsüz yapılacaktır ne yapılacaksa. Ev bazen o kadar sessiz olurdu ki işte o ses babamın şımartmasına güvenerek tüm evi dolaşırdı.

O ses varsa ve mutfaktan da takır tukur sesler eşlik ediyorsa o sese anla ki baba sandalyeyi mutfağa taşımıştır. O kitap okurken anne de mutfakla güreşiyordur.

O ses balkondan geliyorsa baba bulmaca çözmek için her daim gürültülü sokağa bakan balkona çıkarmıştır sandalyeyi.

O sese daha sonra dizüstü bilgisayar tıkırtısı da eklenince babam masa başında önce daktilo sonra masaüstü bilgisayar nöbetini bıraktı ve kucağında bilgisayarı ile artık hiç kalkmaz oldu o sandalyeden.

Bir keresinde sandalyenin tek bacağında sıkıntı oldu. Üretici firmayı aradık. Sandalyenin fotoğrafını istediler. Babam sıradan bir fotoğrafına razı olmadı. Güzel ışıkta ve arızasını babamın işaret parmağıyla gösterdiği bir fotoğrafını çekmek için uğraştık. Sonunda kataloglara konulacak kadar şık ve açıklayıcı bir fotoğrafını çekebildik. 

Firmadan cevap geldi; “Bu sandalye ilk mamüllerimizdendir. Onu yapan usta emekli olmuştur. Ustanın adresi şudur. Ve eğer izin verirseniz bu fotoğrafı da saklamak istiyoruz. Bu ürünün bu kadar güzel bir fotoğrafı bizde de bulunsun istiyoruz.” dediler.

Ustanın adresine gittik. Usta sandalyeyi hatırladı. “Demek siz de aşıksınız bu modele. Ben de yaparken çok özendim. Sağ kolçağında bir iz vardır. O izi çıraklardan biri yanlışlıkla bırakmıştır. Sonradan zımpara cila yaptıysak da o iz kalmıştır.” dedi. Babam da o iz için kendi muhayyilesinin ürünü hikayeyi anlattı. Babama göre o iz ağacın orijinalinde de vardı. Ve yaramaz bir çocuğun sapan taşına maruz kalan ağaçta o iz kalmıştı. 

Babamla usta pek iyi anlaştılar. Sandalye tamir edildi. Hatta usta yedek kolçak ve ola ki lazım olur diye yedek iki ayak yaptı. 

Babam, “...gelenek oluşturmak önemli” derdi sürekli. Sandalye ustasını görünce kendi fikriyatına uygun kahramanı da bulmuş oldu. Eve gelen öğrencilerine, arkadaşlarına hep ustayı anlattı. Herkes gıyabında çok sevdi ustayı ve çok takdir ettiler. Babam sayesinde adam minik bir şöhrete kavuştu. Babam ustaya bir de internet sitesi yapalım diyen öğrencilerini usta ile tanıştırdı. Usta artık evden çektiği videolarla sandalyecilik anlatıyordu.

Babamın sandalyesinin yanında bir yaşam alanı oluşurdu. Çay bardakları, çay yanında yenilen kumda kavrulmuş leblebi, iğde, kayısı kurusu, ortası delik susamlı bisküvi, kitaplar-kitapların diziliş sırasını bozdun mu yandın- kalemler, kağıtlar ve en önemlisi battaniye.

Babam uyku işini de sandalye üzerinde çözmeye başlamıştı. Gece uykusunu bölen bir şey olursa kalkıyor. Sandalyesinde kucağında bilgisayarı ile çalışıyor da çalışıyor, sonra uyku bastırınca bilgisayarı hemence ayağının dibine koyuyor ve battaniyeyi üzerine çekiyor. Al sana hazır yatak...

Babam sandalyesinden ayrılmadan yıllarca aynı düzende yaşadı. O sırada ben de ablam da fakülteyi bitirdik. Babam bizim sosyal bilimler okumamızı istememiştir. Biz doktor olmalıydık. Sebebini sorduğumda, “...anlatırım bir gün...” demişti ama hiç anlatmadı. 

Biz doktor olduk. 

Çalışmaya başladık.

Annemle babam yalnız kaldılar. Edi ile büdü oldular. Babam eski öğrencilerinden gelen mektuplar ile annem apartman komşularıyla yarenlik ederek gün geçirir oldu.

Sandalye ise ustasını kaybetti. İnternette kısa süreli şöhret olan ve sonra aynı hızda unutulan usta zamanında kötü atölyelerde cila, vernik sürerek ciğerlerini perişan etmişti. Acısı emekliliğinde çıktı. Adamcağız uzun yaşamadı. Babam sandalye ustasının cenazesine de katıldı. Sandalye ise ustadan sonra iki büyük tamirat geçirdi. İlkinde daha evvel hazırlanmış kolçak değişti. İkinci tamiratta ise oturacak tabla kısmı değişti. 

Ve ikinci tamirattan sonra bir felaket oldu. Sandalye sağlam olarak gelmişti atölyeden ama “gıyyık” sesi yoktu. Babam telefona sarıldı. Firma yetkilileri anlamadılar. “Efendim biz o sesten rahatsız olursunuz diyerek kısa bir işlemle o sesi kestik.” dediler. Babam köpürdü. “Ben ille de o sesi isterim” diye sandalyeyi tekrar gönderdi. 

Sandalye işlemden geçti eve geldi. İlk denemeyi yapmadan evvel “bunu kaydedelim” diye video çektik. Babam büyük bir itina ve heyecanla oturdu. “gıyyık” sesi geliyordu. Çok mutlu olduk. Ama o şamata içinde biz bir şeyi atladık. “gıyyık” sesi tamam da sandalyeden bir ses daha gelmeye başlamıştı “viyyik” diye ince bir ses daha vardı. Çok şaşırdık. Babam hemen firmayı aradı firma yetkilisi babamın akıl sağlığından şüphe eder gibi konuştu. Çok üzüldük. O sesi kesmeye çalıştık. Annem çok rahatsız oluyordu. “Fare sesi gibi o ne öyle?” diyordu. Ama sesi kesemedik. Babamın tüm huzuru kaçmıştı. Sesi kesemeyince ve sesten annem çok rahatsız olunca babam bir tören ile vedalaştı sandalyesiyle ve sandalye balkona kaldırılıp üzeri örtüldü. Babam artık balkona bakıyor, “...biz bir sandalyeye sahip çıkıp gelenek oluşturamadık. Ecdad onca işi nasıl yapmış aşk olsun...” diyordu. 

Sandalyesi balkona kaldırılan babam da fazla uzun yaşamadı. Ölmeden evvel anneme vasiyet etmiş. “Aman ha tabutum sağlam olsun öyle “viyyik” sesi falan çıkarmasın. Katlanamam şu saatten sonra böyle çiğliklere...”

Şimdi sandalye bende...Uykusu pek tatlı, oturması ise ayrı bir zevkmiş hakikaten...

Sandalye ses çıkarmaya devam ediyor “gıyyık” sesinde babamı “viyyik” sesinde annemi yad ederek oturuyorum. Ve kızımı bu seslerle uyutuyorum. Bir geleneğimiz olsun diye...