Sansürü bitirdiler (!), muhalif gazeteciyi öldürdüler

Önceki günkü “tebrik” yağmuruyla fark ettim, “Gazetecilik ve Basın Bayramı” imiş. 

Şahsen her “bayram” denen günü kutlamaya koşmuyorum. 

Öğrencilik yıllarımda 1960 darbesinin yıldönümü olan 27 Mayıs’ı bize yıllarca “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” diye kutlattılar! 

Hakeza, Batı nezdinde meşruiyet kazanma uğruna Misak-ı Millî’yi feda eden ve buna rağmen İngiltere’nin, “Hilafetin kaldırılması şartıyla” onayladığı Lozan Antlaşması da yine 1950 yılına kadar “Barış Bayramı” olarak kutlanmıştı! 

Peki, herkesin kutladığı bu “Gazetecilik ve Basın Bayramı” nereden çıkmış? 

Efendim, “gazetelere uygulanan sansür, 24 Temmuz 1908’de sona erdiği için 24 Temmuz “bayram” olmuş… 

Aslında bunun ne zaman ve nasıl başladığına baktığınızda ise 10 Haziran 1946 günü kurulan Gazeteciler Cemiyeti bir iş yapmış olmak için “Basın Bayramı” başlatmak istemiş, ancak bu “bayram”a gerekçe bulmakta zorlanmış. Falih Rıfkı Atay’ın teklifi üzerine gerekçe olarak “sansürün kaldırılışı”nı, gün olarak da 24 Temmuz’u kabul etmişler. Zaten eskiden beri Gazeteciler Cemiyeti’nin hassasiyetle takip ettiği tek konu “24 Temmuz kutlamaları”dır. 

 

Aslında ‘darbe’yi kutluyorlar

Vahamete bakın ki, “Sansürün kaldırılışı” diye yutturulan tarih de yine bir “darbe” tarihidir. 

Fransız İhtilali’ne özenerek meşrutiyet sevdası yaşayan İttihatçılar aslında ilk düğmeyi yanlış bağlamışlardı. Çünkü Osmanlı yönetimi hiçbir zaman Avrupa’daki zulüm saçan krallıklar gibi bir yönetim olmamıştır. Osmanlı padişahları ülkeyi, asla değiştiremeyecekleri şer’i kanunlar ve kolay kolay değiştiremeyecekleri geleneksel hükümlerle yönetmiştir. “Kanunî” unvanı, Sultan Süleyman’ın kanunlara saygısına izafeten verilmiştir. Divan’da, sadrazamın şahitliğini kabul etmeyen kazasker; yani yüksek mahkeme üyelerinin veya “Hükümdar, hukuka aykırı bir şeyi emredemez” diyerek Kanunî Sultan Süleyman’a itiraz edebilen Ebussuud Efendilerin denetimindeki bir yönetim, Avrupa’daki zulüm abideleriyle nasıl eşdeğer görülebilir? 

Paradoksa bakar mısınız, ülkeye demokrasi getirmek isteyen (!) meşrutiyet budalası Mithat Paşa ve avanesi, engel olarak gördükleri Abdülaziz Han’ı vahşice öldürüyor. Tahta çıkardıkları V. Murad’ı da, bu Batı aldatmacası meşrutiyet işine yanaşmayınca 93 gün gibi tarihte görülmemiş bir sürede “akli dengesi bozuk” iftirasıyla indiriyorlar. 

 

‘Meşrutiyet’ felaket getirdi

II. Abdülhamid Han, Mithat Paşa’ya verdiği sözünü tutarak Meclis oluşturdu ve bir Kanun-i Esasî (anayasa) hazırlattı. 

Dedik ya problem rejimde değil, İngiltere ve Fransa’nın sufleleriyle, Batı adına “iş takipçiliği” yapan İttihatçı zihniyetindeydi. Amaçları da meşrutiyet ayağına yetkileri devralarak ülkeyi Batı menfaatleri doğrultusunda yönetmekti. Böylece, “Batı ile ilişkiler düzelecek”ti! 

Öyle de yaptılar. 19 Aralık 1876 tarihinde sadrazamlık görevine getirilen Mithat Paşa 23 Aralık’ta Kanun-i Esasi’nin ilan edilmesiyle birlikte yetkileri devraldı ve 1,5 yıl boyunca padişahı hiçbir şeye karıştırmadılar. Ama bu kısa süre devleti çökertmeye yetmişti. Meşrutiyetçilerin ilk işi, Osmanlı devletini, İngiltere’nin çok istediği ama Abdülhamid Han’ın, ısrarla karşı çıktığı 93 Harbi’ne sokmak oldu. Onbinlerce Türk kadın ve çocuğu keserek ilerleyen Rus ordusu kısa sürede Edirne’ye girdi, Abdülhamid Han el atmasaydı İstanbul’a kadar geleceklerdi. 

Nitekim bu savaş sadece Balkanlar’ın ve Anadolu’nun elden gitmesiyle kalmadı. Asıl hikmeti (!), İngiltere Mısır’ı, Fransa da Tunus’u işgal edince anlaşıldı. Mısır’ı işgalin İngiltere için ne anlama geldiğini sanırım herkes biliyor… 

Bizim meşrutiyet sarhoşları hâlâ ne yaptıklarının farkında değildi. 

Ülkenin daha büyük felâkete sürüklenmesini istemeyen Abdülhamid Han, meclisi feshederek “meşrutiyet” denen Batı vesayetini askıya aldı. 

Yok yere çıkarılan harbin zararlarını bertaraf etmeye çalışarak işe başlayan padişah, ziraat; ticaret ve sanayide atılımlar yaptı. 1897’de aynen şimdiki gibi Avrupa’nın tahrikiyle Girit’e tecavüz eden Yunanistan’a haddini bildirme dışında 30 yıl boyunca ülkeye savaş yüzü göstermedi. 

 

Huzurumuzdan huzursuz oldular

Osmanlı’yı karıştırmak için asırlarca emek veren İngilizler bu huzur ortamını elbette hiç sevmedi. 

Neticede dışarıdan ve içeriden yürütülen yıpratma faaliyetleri Mithat Paşa gibi “derin”inden, Ali Süavi gibi “şarlatan”ına kadar her tür darbeciyi; üzerine salmalarına rağmen Abdülhamid Han’dan kurtulamamışlardı. 

Bu dönemde Batı basını da üzerine düşeni yapıyordu. Darbecileri bile affeden bir padişah, onlara göre kandan beslenen bir “Kızıl Sultan”dı! 

Ne garip tesadüftür ki, tam da bu sıralarda ülkede yine hürriyet arayışları yoğunlaşmıştı. Yine rejim muhalifleri ortaya saçılmış ve Batı da yine “onlara destek vererek Osmanlı ülkesini kurtarmak” için(!) seferber olmuştu! 

Aynen şimdi FETÖ’cülere yaptıkları gibi İttihat ve Terakkicileri bağırlarına bastılar. Paris’te eğiterek kısa sürede “örgüt”lediler, mezun ettiklerini Selanik’e gönderdiler. 

İngiliz-Yahudi ittifakı bütün planlarını alt üst eden Abdülhamid Han’dan kurtulmak için, Ermenilerden Yunan ve Bulgarlara kadar bütün etnik dinamikleri ve “hürriyet aşığı” İttihatçıları tepe tepe kullanıyordu. 

 

Takrir-i Sükun nedir?

Sonunda “içimizdeki yabancılar” yine ülkeye “kestirmeden demokrasi getirmek için” düğmeye basmıştı. Selanik’teki 3. Ordu subayları ayaklanıp dağa çıktı ve meşrutiyeti tekrar getirmek için(!) bir sürü taşkınlık yaptılar, askerî müfettiş Şemsi Paşa’yı vurdular! 

Nihayet 23 Temmuz 1908 günü Meclis toplandı ve ilk işi ahlaksız, bozguncu ve kışkırtıcı yayınları ve özellikle de padişaha hakareti serbest bırakmak oldu. 

Gazeteler Sultan Abdülhamid’e iftirada yarışıyordu. Hatta daha sonra, meslektaşımız(!) Abdullah Cevdet, “Sultan Hamid aleyhinde yüz yalan uydurdum. ‘Harbiye talebelerinin ayağına taş bağlanıp Sarayburnu’ndan denize atıldığına’ ben de inandım” demiştir. 

Abdülhamid Han’ın istibdadından(!) kurtulmak için İttihatçıları destekleyenler, 1913’ten sonraki İttihatçı iktidarını görünce zulmün ne olduğunu anlayıp itiraf ağıtları yaktılar ama yine iş işten geçmiş, kazanan yine emperyalistler olmuştu. 

Bugün “Sansürün kaldırılışı”nı kutlayanlar, basına “huzur” kisvesiyle vurulan darbeyi, muhalif gazetelerin kapatıldığı; gazetecilerin İstiklal Mahkemesi’nde yargılandığı Takrir-i Sükun’u nereye koyuyor acaba? 

“Ülkenin genel siyasetine aykırı” yani kısaca CHP diktatörlüğüne muhalefet yasaklandı. Daha da vahimi Matbuat Umum Müdürlüğü’nün “dinî neşriyatı durdurun” talimatı üzerine, Peygamber Efendimizi anlatan tefrikalar bile yarıda kesilmişti. 

 

Boris’in gazeteci dedesini kim öldürdü?

İngiltere Başbakanı olan Boris Johnson’un, gazeteci olan büyük dedesi Ali Kemal’in başına gelenleri hatırlatarak noktayı koyalım. 

Ali Kemal, Paris’te Jön Türklere katılan, sivri dilli bir Abdülhamid muhalifi gazeteciydi. Ancak İttihatçıların; iktidardaki gerçek yüzünü görünce onları da sıkı eleştirdi. Bu yüzden “eski arkadaşımızdır” demediler, gazetesini kapatıp ülkeden sürdüler. İttihatçılar iktidardan düştükten sonra döndü ve “Ankara’daki yöneticilerin de İttihatçıların devamı” olduğu düşüncesiyle eleştirilerine devam etti. 

Ankara hükümeti, Büyük Taarruzdan hemen sonra Ali Kemal’in; iki ayrı bakanlık yapmış olmasına falan bakmadan tutuklanıp gönderilmesini istedi. 

4 Kasım 1922 günü Teşkilat-ı Mahsusa mensupları, Tokatlıyan Oteli’nde buldukları Ali Kemal’i, “İstiklâl Mahkemesi’ne çıkarılmak üzere Ankara’ya götüreceklerini” söyleyerek, berber koltuğundan kaldırıp götürdüler. Ancak İzmit Bölge Kumandanı Sakallı Nurettin Paşa’ya teslim edilen muhalif gazeteci Ali Kemal, “sivil askerler” tarafından; kafası çekiçle kırılarak linç edildi ve cesedi, ayaklarına bağlanan iple sürüklenerek, Lozan’a gidecek olan İsmet Paşa’nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan darağacına asıldı. 

*** 

Sansürden kurtuluşumuz ve Basın Bayramınız kutlu olsun!..