'Savaşı istemeyiniz, geldiğinde kaçmayınız..' Aslî ölçümüz bu!

2 Ocak yazıda Pazartesi tarihli, Türkiye - Yunanistan arasında giderek artan gerilim ve 'psikolojik savaş'a değinmiş ve bu gerilimler olurken, diplomatik meselelerin müzakeresi esnâsında, 'savaşın kazananı, barışın da kaybedeni olmaz' gibi sözlerin bir genel kural havasında telâffuz edilmesinden kaçınılması gerekir. Aksi halde, kendi sözlerimizle vuruluruz..' demiştik.

Bunu, kesin haklı olduğumuz konularda hakkımızı çiğnemeyi ve bizi aşağılamayı hedef alan savaş tahrikleri karşısında, 'Ne pahasına olursa olsun, barış hep güzeldir. Savaş ise, her ne için yapılırsa yapılsın, o zaman da savaş hep kötüdür.' mantığına parantez açılmaması için özellikle belirtmiştik.

*

Evet, bugün, iki NATO üyesi- müttefiki olan Yunanistan ve Türkiye, her zamankinden daha derin bir gerilim içindeler. Çünkü, Yunanistan, Girit adası etrafındaki karasularını 6 deniz milinden 12 deniz miline çıkaracaklarını açıklıyor.. O zaman, Türkiye, Akdeniz'e Yunanistan'dan izin almadan geçemeyecek demektir. Kaldı ki, bu adalar Lozan'da ve 1947'de de Paris Konferansı'nda, askersizleştirilmesi şartıyla Yunanistan'a bırakılmıştı. (Evvelki yazımızda, M. Kemal'in daha 1907'lerde, Anadolu kıyılarına yakın adalar dışındaki bütün adaların terk edilmesi gerektiğini, Fâlih Rıfkı Atay'ın 'Çankaya'sından aktarmıştık.)

*

Osmanlı'nın son asırlarında, ve özellikle de son asrının son yarısı ve çeyreğinde, okumuş kesimler, büyük çapta, 'Artık bu ümmetin ömrü de temam oldu..' gibi sözleri tekrar eder olmuşlardı. Bu bir iç zaafdan kaynaklanıyordu.. Ve giderek, 'İslâm, terakkiye, ilerlemeye,- gelişmeye mânidir..' gibi laflar okumuş kesimler arasında geçer akçe gibi tedavül edilir olmuştu. Ve yazık ki, bu gibiler, daha çok da Avrupa'ya tahsil için gönderilenler ve de onların 'Beyaz Zambaklar Ülkesi' gibi masallarına inananlar arasından çıkıyordu.

Ziyâ Paşa, 150 yıl öncelerde, bunun için,

'İslâm imiş devlete, pâ-bend-i terakkî, (ilerlemeye ayak bağı)

Evvel yoğidi, işbu rivayet yeni çıktı..'

diye itiraz ediyor ve bir derin yaramıza işaret ediyordu..

*

Tamam, 'İlm, Çin'de de olsa, alınız.. Hikmet, müminin yitik malıdır.. Bulduğunda alır..' gibi 'nebevî hadis'ler de vardı, yolumuzu aydınlatan.. Ama, 'Hikmet'in başı, Allah korkusudur..' mânâsındaki, 'nebevî ikaz' üzerinde durulmamıştı, herhalde.. Bu ikaz, aslında, pergelin bir ayağının sâbit bir noktaya konulmasından sonra, diğer ayağıyla dünyayı dolaşmak serbestîyetini ifade ediyordu. Evet, pergelin bir ayağının sâbitleneceği nokta, biz Müslümanlar için, 'Kelime-i Tevhîd' ve 'Kelime-i Şehadet' idi.

Ama, Osmanlı'nın, hele de 3. Selim'den ve hele de Tanzimat Dönemi'nden itibaren, 'ilim ve fen öğrensinler' diye Avrupa'ya gönderdiği yeni nesillerin hemen hemen tamamı, bizim dünyamızın yabancısı olduğu yeni teknolojik harikulâdelikler karşısında, içinden çıkılmaz eziklik ve aşağılık komplekslerine kapılmışlardı.

Üstelik de, Avrupa, materyalizmin en azgın çağı olan Miladî-19 asırdaydı ve, dinsizliğin en azgın temsilcilerinden olan ve sonunda 'La religion de l'humanité' (İnsaniyet Dini) adıyla bir 'din' oluşturmak macerasına atılan 'August Comte'un 'Hayatta en hakikî yol gösterici, tecrübî ilimlerdir..' sözü, onun 'dinsizlik dini'nin temel düstur halinde zihinleri sihirlemeye, efsunlamaya başlamıştı.

Avrupa'ya gidenler, gönderilişlerindeki, 'Gitsinler de, biraz muasır ve maddî -teknik terakkiyât'tan bir şeyler öğrenip gelsinler..' düşüncesiyle ilgisi olmayan, zevk içinde yaşamayı modernlik sanan o toplumların elbette ki yoksulluklar içindeki halklarının yaşayışlarını görmüyorlar; Paris, Londra, Berlin gibi şehirlerin yaldızlı parlaklıklarının ve lüks kesimlerinin ve yaşayış tarzlarının meftûnu / çarpılmışı olarak dönüyorlardı.

1876- 1908 arasındaki 32 -33 yıllık 2. Abdulhamîd dönemi hariç, 1830'lardan başlayan 'asrîleşme -teceddüd- yenilikçilik' hareketlerinin temel felsefesi, bir şekil ve gard-rob devrimciliği ve hattâ kendi halkının aslî değerleriyle savaşmayı esas alan bir mankurtlaşma mantığıyla ve halkın ekseriyetinin iradesine göre idare demek olan cumhuriyet kılıfıyla, halkı adam etmek adına, halka rağmen ve halkla savaşmak şeklinde devam etti ve ancak son 20 senedir biraz -biraz kendimize gelir olduk..

*

Şimdi, kendine gelen ve dünyada itibar gören ve düşmanlarına da korku salan bir ülke olursanız, sizi, Ukrayna- Rusya Savaşı'nda olduğu gibi, sadece görünür maddî ve beşerî güçlere göre bakıldığında kolay sanılan bir savaşla karşı karşıya getirmek isteyenler elbette olur. Yunanistan da biliyor ki, arkasında Amerika ve Fransa, İngiltere ve kısaca bütün emperial şeytanî güç odakları yine arkasında duracaktır.

Böyle bir savaş, iki kavmin değil, Müslüman dünyasıyla emperyalist şeytanî güçler arasındaki güçlerin yeni bir kapışması şeklinde olacaktır.

Evet, 'savaşı istememeliyiz, ama, geldiğinde de, ondan kaçınmamak!'..

Onun içindir ki, asırlar öncesinden gelen bir ses şöyledir: 'Eğer istersen sulh'ü salâh, hazır ol, ceng' u cidâle..'

*

NOT:

Ülkü Ocakları'nın eski Genel Başkanlarından Doç. Dr. Sinan Ateş isimli genç bir akademisyen, evvelki gün Ankara'da bir suikasd neticesinde vurularak katledilmiş bulunuyor. Şahsen tanımazdım, ama, tanıyanlar öyle bir liderlik ruhunun olduğundan söz ederlerdi. Ayrıca, 'mazbut bir Müslüman aile hayatı'nın olduğundan da güvenilir dostlar söz ediyordu.

Sinan Ateş'in, ileride, 'Ülkücü Hareket'e, Devlet Bahçeli'nin yerine liderlik edeceği' şeklinde yapılan yorumları işitiyordum. Ki, şimdi bazıları, Sinan Ateş'in Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı'ndan D. Bahçeli tarafından, geçen sene ânîden alınışını bu hadiseyle bağlantılı gibi göstermeye çalışıyorlar.

Böyleyken, gerek 'Ülkü Ocakları' içinden; gerekse, Devlet Bahçeli tarafından bu cinayet karşısında hiçbir açıklama ve hattâ bir üzüntü beyanının (bu satırların yazıldığı saate kadar) kamuoyuna yansımayışını izah etmek de zor görünmektedir.

Şimdi, tam da seçimlere 6 ay kala, böyle bir cinayet..

Ya, ideolojik hareketler içindeki iç ayrışma ve hesaplaşmalar gereği; ya da, kişinin mensub olduğu ideolojik cenahta bir iç çatışma zemini veya öyle bir zaaf oluşturmak için, dışarıdan planlanmış olabilir.

Başkan Erdoğan'ın, Sinan Ateş'in refikasını araması ve, 'bu konunun asla takipsiz kalmayacağı'na dair sözleri, inşaallah, bazı oyunların bozulması açısından da faydalı olur. (Bu vesileyle, Sinan Ateş'e rahmetler, yakınlarına sabırlar diliyorum.)