Sedat Bey’i de kaybettik

Dört kat merdiven tırmanır, hiçbir yorgunluk belirtisi göstermeden sıcacık bir gülümsemeyle girerdi: “Merhaba...”

Hep o sıcak “Merhaba...”

Büyük Azim Palas Han’da, bir yayınevinde çalışıyordum. Necati Polat’ın tavassutuyla bulmuştum bu işi. İstanbul’daki avareliğim son bulduğu için de, galiba biraz buruktum. (!)

İyi ki de son bulmuş avareliğim...

Mekânı cennet olası Sedat Bey’i (Sedat Umran’ı) ve birçok kişiyi bu dönemde tanıdım. 80’li yılların ilk yarısı...

Biz (Necati Polat ve ben) “Sedat Bey” derdik ona.

Bazen “Sedat abi...”

Neredeyse her hafta uğrardı Büyük Azim Palas Han’a.

Müdürümüz İsmet Uçma’yı “şiire kapalı” gördüğü için, merdivenlerden çıkar çıkmaz bizim odaya damlardı. Evet, damlardı... Hafif kamburunu çıkararak, sessizce, ona çok yakıştığını düşündüğüm sarsak adımlarla girer ve sıcak bir “merhaba”dan sonra boş bulduğu koltuğa ilişirdi... Oturur oturmaz, kocaman deri çantasına davranırdı. Hemen çay söylerdik. Hakkı Usta’nın getirdiği soğuk ve bayat çaya bakmazdı bile. Çantasını karıştırır, yazdığı “en güzel şiirleri” (benzetme kendisine aittir) bulmaya uğraşırdı. Çay soğuyup dururdu masada.

Necati şiir yazardı.

Ben şiirin sadece izleyicisiydim.

Sedat Bey’i de, “Leke” kitabından bilirdim.

İlk tanıştığımız gün (Necati Polat tanıştırmıştı, “Ahmet de öykü yazıyor Sedat Bey” demişti), “Leke”den söz etmiştim ona. Niçin “eşya”yla ve “nesne”yle bu kadar ilgili olduğunu sormuştum. İçinde “eşyanın metafiziği” geçen poetik bir izaha girişmişti. Bu ilgimden de son derece memnun olduğunu söylemişti.

Ben öykü yazıyordum, Necati şiir yazıyordu ama Sedat Bey başkalarının yazdıklarıyla pek ilgili değildi.

Kendisi ve kendi şiiriydi öncelikli olan.

Bunu özellikle gösterirdi.

Bu tutumuna kızamazdınız. Öyle saf, öyle yalın, öyle yapmacıksızdı ki, zamanla bunun sadece Sedat Bey’e yakışan bir “hususiyet” olduğunu düşünürdünüz.

Malatya’da kaldığım dönemde (ilk gençlik yıllarımda), Diriliş dergisinde şiirlerini ve çevirilerini okurdum. “Diriliş”in ve elbette Sezai Karakoç’un (sevgili Sezai abinin) hatırı yüksekti; “Leke” şairine de bu yüzden özel bir ihtimam gösterirdim.

Bu ihtimamın Sedat Bey’i çok mutlu ettiğini hatırlıyorum.

Her ziyaretinde, yazdığı “son ve en güzel şiirleri” getirirdi.

Kelimeleri yırta yırta, mısra sonundaki heceleri uzatarak, hafiften üstat Necip Fazıl’ı hatırlatan teatrel ses tonuyla okur, iki mısrada bir başını kağıttan kaldırarak, “Bak en güzel yer burası” der, devam ederdi.

O biter, çantasından yeni bir şiir çıkarır, “Bak bu daha güzel” der, okumayı sürdürürdü.

Sedat Bey’in ziyaretleri, bir süre sonra arkadaşlığa dönüştü.

Erenler’de, Koska’da Süpürgeciler Kıraathanesi’nde buluşur olduk.

Daha doğrusu, Sedat Bey bizi aradığında, nerede bulacağını bilirdi ve her defasında “Bak, bu daha güzel” diyerek, çantasından “yepyeni şiirlerini” çıkarırdı.

Bir gün, Durali Yılmaz’ın yazdığı “Şiir İçin Yaşayan Adam”öyküsünü sormuştum.

“Sizi anlatıyor galiba”  demiştim.

Rahatsız olmuştu.

Rahatsızlığını tepkisizliğinden anladım.

Belki de öyküdeki şairin “ağır müptedi” havasından hoşlanmamıştı.

Bilemiyorum...

Sedat Bey, şiiri dışında pek konuşmak istemezdi ama gününde olduğu zamanlar müthiş komik öyküler (hatıralarını) anlatırdı. Bir defasında, gençlik yıllarında Kıbrıs kökenli bir şair tarafından tabancayla nasıl kovalandığını anlatmıştı. Bir kız meselesiymiş... Anlatırken hınzırca gülüyordu. Detaya da girmişti ama aklımda sadece filmlerde görülebilecek “kovalamaca sahnesi” kalmış.

Bir defasında, yayımlamadığı (yayımlamayı erken bulduğu) aşk şiirlerini okumuştu.

Çok beğendiğimi söylemiştim.

Ertesi buluşmamızda şiirlerini ciltletip getirmişti; deri kapağa da ismimi yazmıştı... O gün çok utandığımı, çok mahcup olduğumu, çok sevindiğimi hatırlıyorum. Hâlâ saklarım o kitabı. (Sedat Bey aşk şiirlerini daha sonra dergilerde yayımladı.)

Has şairdi.

Büyük şairdi.

Mütevazı bir insandı.

Zarafet sahibiydi.

Hiçbir zaman “büyük şiiri” kovalamadı ama büyük bir şairdi ve hayatıyla, tavrıyla, naif gülümsemesiyle büyük bir şiirdi.

Mustafa Miyasoğlu ağabeyden sonra, Sedat Umran’ın ölüm haberini aldık. Üzüldük.

Bedir Acar’ın ifadesiyle, “Şiirini tamamlamak için gitti...”

Mekânı cennet olsun.