Sekülerleşme ve Cemaat

Böylesini hiç yaşamamıştık, evet!

Ordu en kanlısından darbe yaptı, devletimiz 27 Mayıs’ta her türlü ahlaksız yola başvurarak itibarsızlaştırmaya çalıştığı bir Başbakanı astı.

12 Eylül’de kardeşi kardeşe vurdurarak darbenin halkın nazarında bir kurtuluş olarak algılanmasını sağladı. Devletimiz hane halkına karşı hep acımasız oldu.

Hani “asmalıkta bitlenir eve gelir yiğitlenir” cinsinden. 28 Şubat’ta mahşerin beş atlısı devredeydi. Meslek odaları ve sendikaların yanı sıra medya da başroldeydi.

Geniş bir toplum kesiminin inanç özgürlüğü olarak mütalaa edilmesi gereken faaliyetleri “rejimi yıkmak suçu” sayıldı ve toplumun bu en geniş yüzdesi ‘olağan şüpheli’ addedildi.

Kimse asılmadı, Sincan’daki kısa bir geçit dışında tanklar da yürütülmedi ama 28 Şubat davasının haksız mahkumları hapishane köşelerinde tüketiyor ömürlerini.

Bugün darbeyi yargılamak üzere sanık kürsüsüne çıkarılanlar “gene olsa gene yaparım” diyerek savunuyorlar kendilerini.

Ama bu da bildiğimiz devletimizdi işte, atsan atılmaz satsan satılmaz... Halkını gözetleyen, siyasetçisine güvenmeyen ve bütün kurumlarını Kemalist rejimi korumak ve yaşatmak üzere ihdas etmiş ‘devletimiz’...

Darbe yapmak vazifemiz!

Devletin aklı böyle çalışıyordu, bu yüzden de bizim darbe deyip yargılanması gerektiğini düşündüğümüz fiilleri ‘vazife’ olarak tanımlıyordu.

Yapmamız gereken darbe ve darbe teşebbüslerini yargılamak değil aynı zamanda darbeyi görev addeden bu zihniyeti değiştirmek olmalıydı.

Ergenekon ve Balyoz davaları kuru-yaş demeden birçok kişinin çok ağır cezalar almasıyla sonuçlandı ama darbeyi olağan sayan zihniyet ortadan kalkmadı. Ve biz şimdi bu zihniyetin en yeni aktörüyle karşı karşıyayız.

Evet, böylesini ilk kez yaşıyoruz!

Kemalist kadrolardan boşalan yerlere kendi ajandasıyla yerleşen ve kimlerin çıkarına hizmet ettiği kuşkulu yeni bir aktör...

Adına ister ‘paralel devlet’ diyelim ister ‘örgüt’, ‘çete’... Şu dakikadan sonra yapılması gereken hukuk çerçevesinde bu yapının tasfiye edilmesi olmalı. Bu yüzden de meseleyi Cemaat ve Ak Parti parantezinden çıkarmak gerek.

Cemaat biran evvel bu yapıyla arasına mesafe koymalı. Muhalefet de bu sürecin bir tarafında Ak Parti değil bizatihi devletin olduğunu görmeli ve ona göre pozisyon almalı.

Kılıçdaroğlu’nun yaşananları yolsuzluk davasından ibaret görmesi ve kafasını kuma gömmesi bir siyasi parti olarak önce CHP’ye haksızlık. Kılıçdaroğlu “nerde Ergenekon gösterin gidip üye olacağım” diyordu ya, şimdi de “nerede bu paralel yapı gösterin gidip üye olacağım” demediği kaldı.

Bu, CHP’nin sorunu...

Ama asıl sorun Gülen Cemaati’nin kendini bu meş’um yapıdan nasıl temizleyeceği.

Holding mi Cemaat mi?

İçinden geçtiğimiz sıkıntı, sadece ‘cemaatin yönetim kurulunu’ ve ona gönül verenleri değil hepimizi ilgilendiriyor.

Cemaat dediğimiz yapılar bireyselliğin öne çıktığı modern toplumun dayanışma vahalarıdır.

Moderniteye mukavemet kurumlarıdır.

Hocaefendi bankasıyla, hayır ve eğitim kurumlarıyla, medyasıyla bir holdingin yönetim kurulu başkanı gibi davrandığı sürece hem paralel yapı ile arasına mesafe koymakta zorlanacak, hem de olağan cemaat sınırlarına çekilip toplum nazarında yeniden meşruiyet toplamakta zorlanacaktır. Gülen Cemaati önce holdingleşen bu iri cüssesinden kurtulmalıdır.

Devlete galebe çalıp, bütün kurumlarını içten fethetmeye çalışan yapıyla arasına mesafe koymamış bir Cemaat, devletin seküler yapısını zayıflatırken toplumdaki sekülerleşmeyi, bireyselleşmeyi ve çözülmeyi de tetikleyecektir.

Dini hayatın temel yapılarındandır cemaatler. Cemaat hayatının örgütlediği dayanışma ruhunun zayıflaması ve cemaatlere yönelik olumsuz bir kanaatin yerleşmesi, Batı toplumlarının mustarip olduğu bireyciliğin yol açtığı komplikasyonlara bizlerin de maruz kalmasına yol açacaktır.  Yaşadığımız krizin üzerinde çok düşünmediğimiz en önemli neticelerinden biri de budur, şayet önlem alınmazsa...