Sen hâlâ konuşuyor musun?

Biz, gerçekten de o gün Can Dündar’ın bir TOMA’nın altından çıkmasını bekledik. Çıkmadı.

Evine gidip mışıl mışıl uyudu.

Hani polis Gezi’de “katliam” yapıyordu, küçücük yaşta çocuklar analarının elinden zorla alınıp götürülüyordu, ortalık kıyametti, gidip bir TOMA’nın altına yatacaktı, böyle bir vahşet görülmemişti, dünya elini uzatmalıydı, filan...

Bunları yazdı.

Hızını alamadı, Halk TV’ye bağlandı ikinci bir fasıl da orada geçti.

Dediler ki, Can Dündar kayıp olan oğlunu arıyordu, endişelendiği için o açıklamayı yapmıştı, hatta Vali’den yardım istemişti.

Can Dündar oğlunu arıyordu ama oğlu Ankara’da çıktı.

Bunu bilmiyor olabilir miydi?

Elbette olamazdı.

Maksat ortalığı bulandırmak, göstericilerin sırtından piar yapmaktı.

Bunu başardı.

Peki, provokasyon girişimi elinde patlayan bir insan ne yapar?

Normal bir insansa, çıkıp özür diler.

Can Dündar bırakın özür dilemeyi, provokasyonunu Milliyet’teki köşesine taşıdı.

Efendim, Başbakan “ekranda gördüğü” Türkiye’den memnun muymuş? İstanbul’daki “Beyrut manzarasından” hoşnut muymuş? Türkiye’nin bir polis devleti görünümüne büründüğünü görmüyor muymuş? Niçin “Menderes, Özal ve ben...” diyerek kendini ısrarla yakın tarihin karanlık sayfaları içine yerleştiriyormuş? Örnek verdiği iki ismin ortak özelliği, güçlü oyla gelip zamanla iktidar sarhoşluğuna kapılmaları ve nasihatlere kulak asmamalarıymış...

Bu gibi durumlarda şu söylenir:

Sen hâlâ konuşuyor musun?

Konuşmadan önce, şu “Katliam var. Küçücük yaşta çocuklar analarının elinden zorla alınıp götürülüyor!” sözlerine bir açıklık getir bakalım.

Bu katliamda neler yaşandı?

Kaç kişi öldü?

Hangi çocuklar analarının elinden alınıp zorla götürüldü?

Bunların sayısı ne?

Götürülen çocuklar hangi kampta mahfuz tutuluyor?

TOMA’nın altına yatacağını söylüyordun... Pek müddei ve erkeksiydin...

Niçin ilk fırsatta sıvıştın?

Oğlunun Ankara’da bulunduğu (yahut Ankara’da yaşadığı) bilgisini neden kamuoyundan gizledin?

Peki, ekranda gördüğün Türkiye’den sen memnun musun?

Elbirliğiyle sokağa döktüğünüz insanların yarattığı Beyrut manzarasından sen hoşnut musun?

Bu kargaşada ölen yahut öldürülen insanlar...

Molotoflarla yakılan araçlar...

Devrilen ambulanslar...

Sökülen kaldırımlar...

Dağıtılan çiçek tarhları ve parklar...

Parçalanan vitrinler, yağmalanan dükkânlar, Gezi Parkı girişine kurulan barikatlar, “komün yaşamı” adı altında sergilenen kepazelikler, terörize edilen milyonlar...

Bunlar seni mutlu etti mi?

Efendim, Başbakan “Menderes ve Özal” diyerek kendisini yakın tarihin karanlık sayfaları içine yerleştiriyormuş... Ayrıyeten polis devletine gidiyormuşuz.

Kusura bakma ama Menderes ve Özal’la simgelenen “yakın tarihin karanlık sayfaları” da sizin eseriniz...

Sizin utancınız...

Polis devleti arıyorsan, Gezi Parkı’na değil, belgesellerini yaptığın tek parti “asrısaadetine” gideceksin.

Orada, buğulu ve romantik ses tonuyla bile kamufle edemeyeceğin hakiki vahşet görüntüleri var.

Biraz sağduyulu ol, İstiklal Mahkemeleri’nin nasıl insan kıydığını anlat.

Biraz sağduyulu ol, Dersim’de neler yaşandığını anlat.

Biraz sağduyulu ol, tek parti polisinin kitleleri ne yönde terörize ettiğini, kimlerin başına hangi çorapların örüldüğünü, Sabahattin Ali’den başlayarak hangi değere hangi “muamelenin” reva görüldüğünü anlat.

Önce geçmişin “polis devleti” uygulamalarıyla ödeş ki, sözünün bir değeri olsun.