Şerefli gazeteciye de bakın hele!

İtham etme hakkını elinde bulunduran bir refikimiz, “Böyle bir rejimde yaşamaktansa, ölmeyi tercih ederim” diyor.

Onu bu ontolojik kopuş noktasına getiren nedir?

Birtakım taraftarları, Başbakan’ı beyaz kefenlerle karşılıyormuş... Buradaki şiddet görüntüsü ve siyaset etme biçimi rahatsız etmiş arkadaşımızı... “Oysa güzel yemekler yiyeceğiz, sevişeceğiz, böyle şey olur mu?” diyor

Bu şiddet görüntüsü ve “siyaset etme biçimi”nin, cari siyaset anlayışına bir tepki olduğunu, dolayısıyla bir “gönderme”yi içerdiğini anlamasını beklemiyoruz elbette.

İçinde “Menderes” ve “darbe” geçen bir sürü cümle kurulabilir, mahut göndermenin bize anlatmaya çalıştığı “şey”e ilişkin yüzlerce örnek sıralanabilir.

Lüzum yok...

Huzuru kaçmış bir kere arkadaşımızın...

İstikbalde olacakların, kendisini “güzel yemeklerden ve kadınlardan” ayıracağını düşünüyor... Tipik Beyaz Türk hedonizmi mi tabir ediyorlar buna? Tuzu kuru tepkisi mi? Tok isyanı mı? Uygun bir karşılık bulun artık...

Refikimizin ünlü bir gazeteci olduğunu biliyorsunuz.

Bir dönem (uzunca bir süre) “amiral gemisi” olarak pazarlanan bir gazetede genel yayın yönetmenliği yaptı. Ve hep itham etti... İtham etme hakkını elinde bulundurduğu için de, rakip ve muarız gördüklerine oldukça cömert davrandı. En az acıtıcı ifadesi, “Vay Şerefsiz”dir.

Birine “şerefsiz” diyebiliyorsanız ve bunu açık kanallara dökecek evsafta (yahut cesamette) olduğunuzu düşünüyorsanız, “zımnen” kendinizin “şerefli” olduğunu ima etmiş oluyorsunuz.

Dolayısıyla şunu söylemiş oluyorsunuz:

Şerefli bir insanın yapıp ettikleri, öncelikle ve doğal olarak şerefle telif edilmelidir.

Böyle midir?

Bakalım...

Şerefli refikimizi ontolojik kopuş noktasına getiren olayların başında, hiç kuşkusuz, Başbakan Erdoğan’ın medya organlarıyla kurduğu ilişki geliyor... Başbakan’dan, dolayısıyla Başbakan’ın müdahaleci tavrından çok şekvacı... “Ölmeyi” tercih ettiğine göre, bunun travmatik sonuçlar doğurabilecek bir müdahale olduğunu düşünüyor. Ve ortada, gerçekten de bir meslek faaliyeti olduğuna, “gazetecilik aşkıyla” yanıp tutuşan bir takım “meslektaşlar” bulunduğuna inanmamızı bekliyor.

İnanmak istiyoruz ama gazetecilik aşkıyla yanıp tutuştuğu iddia edilen meslektaşların “Genelkurmay sözcüsü” gibi davrandıkları netameli dönemleri hatırlayınca, elimiz kolumuz bağlanıyor.

Genelkurmay’dan gelen andıçı sorgusuz sualsiz manşete çakan bu arkadaşlardır ve hâlâ elleri kanlıdır... “Paşam, ne zaman müdahale ediyorsunuz?” diye sabırsızlık gösterip huysuzluk yapanlar da bu arkadaşlardır... “Paşa, Başkan’ı hizaya soktu”, “Her şey hukuktan ibaret değildir” diyenler de bu arkadaşlardır.

Böyle bir rejimde yaşamak istemiyorlar ama başka tür rejimlerde pekâlâ yaşadılar, yapılanları içlerine sindirdiler...

Ölmeyi de hiç istemediler...

Faili meçhul cinayetler işlenirken, gazete merkezleri bombalanırken, amansız “linç kampanyaları” düzenlenirken “güzel yemekler yemeyi, sevişmeyi” sürdürdüler.

Birçoğu da “suçüstü” yakalandı üstelik...

Biri, karton fabrikası için teşvik dilenirken; biri, dönemin Başbakan’ı Mesut Yılmaz’ın gönlünü hoş etmek için Hasan Cemal’e, Melih Aşık’a, Meral Tamer’e, Derya Sazak’a, Meliha Okur’a sansür uygularken; biri de “yüksek maaş” uğruna rakip gazetenin sırlarını satarken yakalandı...

Hepsi de, itham etme hakkını elinde bulunduran “şerefli” gazeteciler...

Şu sıra en şerefli icraatları, meşru hükümete karşı “şantaj çetesini” savunmak...