Müslümanlara yapılan 10 kere daha fazla soykırımdır

Yönetmen İsmail Güneş'in Kervan 1915 filmi Ermeni zorunlu göçünde geçen bir hikayeyi anlatıyor. Güneş "Eğer o dönemde yaşananlar soykırımsa Balkan savaşı ve sonrasında Türkiye'ye göç ettirilen müslümanların yaşadıkları 10 kere soykırımdır" dedi.

Ermeni göçünü anlatan birçok film seyrettik ama bunların hepsi diasporanın dikte ettiklerini anlatan taraflı filmlerdi. En son olarak Fatih Akın'ın The Cut'ı belki de bunların en taraflısıydı. Sonunda bir parça olsa bile Türk tezini de alt satırlarında kullanan bir filmi seyretme şansına sahip olacağız. Bu önemli filmi sette yönetmen İsmail Güneş ile konuştuk. İşte cevapları...

İlk önce senaryoyla başlayalım. Ermeni olaylarının 100. yılı olmasının bir etkisi vardır fakat bu senaryoyu yazmaya sizi ne itti? Bir de senaryonun bildiğimiz kadarıyla hümanist tarafı çok ağır basmakta, bu şekilde algılamayı niçin tercih ettiniz?

Benim 100. yıl olmasıyla ilgili bir travmam yok, yüzyıl tamamen rakamlar üzerinden bir fetişizm gibi geliyor bana. Ben 82’de ilk bu mevzuyla ilgili rahmetli Necip Fazıl’ın Tohum diye bir piyesi vardır, ondan yola çıkarak çalışmamı yapmıştım. Kahramanmaraş’ta yaşanan 21 günlük bir hadise var. Onu 4 bölümlük bir televizyon dizisi halinde yazmıştım TRT'ye. Sonra o kayboldu. Kaybettiler o senaryoyu. Daktilo dönemi olduğu için öylece gitti maalesef, el yazması da yoktu. Sonra 2001’de Ararat’ı, Atom Egoyan yapacak diye duyduğumda Çaresiz başka bir projem vardı. O proje kavgada yumruk sayılmaz tezinden yola çıkarak, bütün dünya savaşıyor, bütün coğrafyamız kan gölüne dönmüş, dolayısıyla o kan gölünün içinde o ona şu kadar vurmuş, bu buna bu kadar vurmuş gibi bir sayısal rakamlar üzerinden bir şey yapmaktansa, çaresizliği anlatan, çaresiz insanların ilk çaresinin karşı taraftaki zayıfı öldürmek üzerine olduğu bir dünyada bizim coğrafyamızda da böyle bir şeyin yaşandığını anlatan bir yol macerasıydı.  Erzincan’dan Kemah’a doğru ırmak boyunca uzanan bir maceraydı. Bunu ben 2001’de gündeme getirdim. Fakat bir türlü bir karşılık bulamadım. Kışa geliyorduk, çekmesi de çok zordu bir yol hikayesini o coğrafyada karlar içinde. O projede öyle kaldı.

Sonra bir dergide küçük bir başarı hikayesi olarak Katırcı Salim’in hikayesini okudum. “Giresun’dan 200 kadar kadın ve çocuğu alıp hiçbirine  zarar gelmeden Halep’e teslim eden başarılı adamın hikayesi” diye görünce bu bana çok sinematografik geldi. Hayatlarında belki 100 kilometreden öte belki 50 kilometreden öte yolculuk yapmamış, 5000 yıldır o coğrafyada yaşayan, insanların zorunlu göçü… Bu hikaye çok sinematografikti. Bu yolculuğu erkeklerin ve kadınların birlikte yapması… Biz buna bir de o coğrafyanın uçurumlarının, ırmaklarının geçilmesini, yüksek rakıma çıkılmasını, bütün bunların zorluklarını, yağmur, kuraklık, gidildikçe daha yüksek sıcaklıklarının zorluklarını koyduk. Bir de bunun yanında birbirini tanımayan ve her biri başka bir dine mensup ve 30 yıldır daha adı konulmamış bir savaş içinde olan iki milletin fertlerinin zorunlu yolculuğu, önce parayla yapılan bir iş, sonra ise zaman içerisinde birbirini anlama, birbirine hak verme duygusuyla ilerleyen bir başarı hikayesine ulaştık.

Şimdi bu konu, biliniyor ki çok tartışma götüren bir konu, hem bütün dünyada hem de ülkemizde çok tartışılıyor. Bu kadar tartışmanın olduğu, bu kadar iki tarafın bir ucundan çektiği bir konuda, objektif olmak zor değil mi?

Her iki tarafın da, tırnak içinde, milliyetçi kanat dediğimiz kanadı, "Hayır biz kimsenin burnunu kanatmadık, onlar bizim burnumuzu kanattı", öbürleri de diyor ki "Komple bizi kestiler." Buradan yol çıkarak hiçbir yere varılamaz. Şimdi bütün hepsi kesildiyse bu insanlar, bunlar nerden çıktılar? Dünyanın her yerinde, orda burada yaşayanlar nerden çıktılar? Eğer kanamamışsa kimsenin burnu, bu olan biten ne? Biz biliyoruz ki bu yollar boyunca Hamidiye Alayları dediğimiz, Sultan Hamit’in yaklaşık 30 yıl beklediği, sonra çapulcuya dönüşen, başıbozuğa dönüşen insanların altın peşine düştüğünü. Hatta bu işin ihalesini alıp katırcılık yapıp, yolda altınları için insan kestiğini biliyoruz. Ben bu meseleyi bu yüzyıla yaklaşık 300 yıl ama o yüzyıla göre 200 yıl, artık Osmanlı ortak hareket etme kültürünü kaybetmişken, ortak hareket edemiyorken, yaşananlarla ele almaya çalıştım. Bunu devlet yaptı demek, asker yaptı demek bana çok ağır geliyor. Çünkü o dönemde zaten erkek nüfus kalmamış, 14-15 yaşındaki çocuklar askere alınmış, savaştırılmış. Ruslar geliyor bir yandan, Ermeni çeteleri Ruslara yardım ediyor. Hatta bizim kendi vatandaşımız olanların dahi yardımı söz konusu. Bir yataklık söz konusu. Bütün bu atmosfer içerisinde şu haklıdır, bu haklıdır demek değil olay. Bütün dünya savaşıyor. Ben araştırırken gördüm ki, Balkan coğrafyasından Anadolu coğrafyasına zorunlu hicret eden insanların yarısından fazlası katledilmiş ve bu hiç de azımsanamayacak bir rakam. Bugün Ermenilerin "Bir buçuk milyon Ermeni kıyıldı" demesinden çok daha fazla bir rakam. Sırf Müslüman, tırnak içinde Türk oldukları için kıyıldılar. Bu tamamen ırk yok etmeye yönelik bir olay. Ermenilerin dediği soykırımsa, bu 10 kere soykırımdır. Soykırımı da 1948’e göre tariflemek lazım. Geriye doğru hangi kanun işlemiş de bu kanun işlesin? İşleyecekse bakarız, Haçlılara bakarız ona bakarız buna bakarız, onların da soykırım olduğunu ilan ederiz yani.

Şu an biliyoruz ki savaşların en savunmasız kurbanları kadınlar ve çocuklardır, sizin filminizde de özellikle o kervan kadın ve çocuklardan oluşuyor. Bunu biraz açabilir miyiz? Neden kadınlardan ve çocuklardan oluşuyor?

Ermeni vatandaşlarımızın bir kısmını askere almışlar, biraz da sorun buradan çıkıyor. O tarihe kadar yani 1. Dünya Savaşı’na kadar Ermeniler askerlik yapmıyor, bedel ödüyorlardı, sonra o tarihlerde deniyor ki bizim bedele değil insana ihtiyacımız var. Sonrasında bunların eli silah tutabilecek olanlarını askere devşiriyorlar. Bunlardan bir kısmı gidiyor. Bir kısmı da gitmeyip dağa çıkıyor. Eli iş tutanları yine askeri amaçla alıyorlar. Geriye sadece yaşlı erkeklerle çocuklar ve kadınlar kalıyor. Devlet de bu kararı alırken, erkekler hep bir yerlerde olduğu için, kadınları ve çocukları göç ettiriyorlar. Ama mesela bebeklerin komşulara emanet edilmesi isteniyor, bu oldukça ilginç bir durum. Çünkü şöyle bir düşünce izleniyor, bu geçici bir kanun. İleride geri dönmeleri için fırsat sağlanacak, tabii o sıralarda dünyanın çivisi çıktığından çok az kişi geri dönüyor. Bebekler de yollarda telef olmasın diye komşulara emanet edilsin. Mallarından dolayı bir sıkıntıya uğranılacağı kestirildiğinden dolayı mallarınızı oralara teslim edin diyorlar. Eğer sizin malınızı değerinden aza almışsa birisi ve itiraz ederseniz o tapuyu geçersiz kılmışlar. Tek tek tutanaklar tutulmuş, adam başına bedel konmuş. Göç ettirilecek insan çok o kadar binek hayvanı yok ve bunun muhakkak yapılmasını askeri olarak arzu ediyor Enver Paşa. Talat Paşa direnir, yapmaz. Enver Paşa’nın 3 tane telgrafı vardır yapacaksın diye. Yapmak istemez çünkü Van’da yaşananlar yüzünden güvenlikten endişelidir. Ruslar Van’ı istila ettiğinde, Ermeni çeteleri otuz bin civarında Kürt vatandaşımızı katleder. Zaten ilk Erzurum techirinde de Van dolaylarından geçerken Kürtler bu işin intikamını alırlar ve ordan geçenleri yok ederler. Bu çoğrafyanın en iyi alabildiği şey, intikam. Kendine yapılanın misliyle karşı tarafa acısı çektirilir. Bu zamanda bile bu duygu yaşıyor. Bu ırkla alakalı bir şey değil, coğrafyayla alakalı bir şey.

Peki İsmail bey, Ararat filmini seyrettik, The Cut'ı seyrettik ve başka diasporanın dediklerini dikte eden film seyrettik. Biz bunların cevabını sinemayla niye daha önceden veremedik? Beklediğiniz desteği görüyor musunuz? Sinema endüstrisinden görüyor musunuz? Hükümetten görüyor musunuz.

Şimdi şöyle söyleyeyim, bulunduğumuz mahallerde belediyeler başka filmlere olduğu gibi bize de yardımcı oluyor. Bu konudan bağımsız olarak. Çünkü biliyorsunuz 2004ten itibaren bir yasa çıktı, sinema filmlerinin desteklenmesi yasası, hiçbir ideolojik ayrım gözetmeden bütün filmleri, ister sol film ister 12 eylül olsun hepsini ne olursa olsun eğer içinde şiddet veya pornografi barındırmıyorsa desteklenecek. Biz de bir devletin bir filme yapabileceği desteğin azamisini edinmiş durumdayız. Normal, bu konuya duyarlı kurumlarda destek veriyor. Ha, sektörel bir destek aldım mı? Maalesef onlardan, şimdi nasıl olduğunu söyleyemeyeceğim bir şekilde, destek almadığım gibi baya sıkı bir de köstek aldım yani.

Peki madem bu destekler alınabiliniyor, neden daha önce biz bunları anlatamadık?

Zamanı uygun değildi ve biraz da dediğim gibi tarihler bizim için bir kutsaliyet ifade ediyor ya, 99 olunca oluyor da 101 olunca olmuyor ya… Birazda bununla ilgiliydi. Ben bu işte 3 yıldır çalışıyorum. 3 yıllık bir çabanın sonucunda ben sponsoru ikna edebildim. Yoksa çok kolay değil yani, insan üç yıl sadece senaryo üzerinde çalışsa ortaya müthiş bir şey çıkabilir. Fakat bence Türkiye'de ki benim hep söylediğim asıl sorun, parayı bulmak için o kadar çok efor sarfediyor ve yoruluyoruz ki, o parayı bulduğumuzda artık yorgun bir yönetmen olarak filmi çekmeye başladığımız için çok da başarılı olamıyor işte.

Peki, prodüksiyondan da biraz konuşalım çünkü anladığım kadarıyla prodüsiyon da çok büyük bir prodüksiyon. Biraz bilgi verebilir misiniz? Sanırım Türkiye'nin bir çok farklı yerinden bir çok oyuncu var. Nasıl bir organizasyona girdiniz?

Şimdi, Giresun'dan yola çıkan bir hikaye anlattığımız için ben Giresun'a gidip baktığımda o zamanlar varolan Giresun Kaymakamlığının hala var olmakta olduğunu gördüm. Ama sesli bir film çekmek imkansızdı, binanın büyük tadilata ihtiyacı vardı. Ve bir Karadeniz plajında, bir dekor yapmanın bir meydanı oluşturmanın beni çok rahatlatacağını, hemen filmin başında seyirciye böyle bir görkem sunarsak daha etkileyici olacağını düşündüm. Çünkü bizim seyircilerde şöyle bir anlayış var, "Bizimkiler yapamazlar." Dolayısıyla seyretmek için değil de hata bulmak için filme geleceklerini biliyordum. Mantığım şuydu, eğer ilk başta bir şamar vurursak, bir şaşırtırsak seyirciyi, kalabalıkla, dekorla, onunla bununla, ondan sonrasının daha kolay kabul edilebileceğini düşündüm ve açılış sahnelerine çok özendim. Yolculukta belirli merkezlere uğrayıp o kağıtları tasdikleme zorunluluğu var. Yani şöyle dememişler: "Hadi kalkın gidin. Ne haliniz varsa." Belirli toplanma merkezlerinde toplanıp, sayılarak kayıpların niye olduğunu izah ederek, sayılar üzerinden sonunda alacağı parayı mal sahibine vererek bir oto kontrol sistemi geliştirmiş. Biz de buna, bir dramatik dokunuş koyduk ve o önemli şehirleri dekor olarak yapmanın zorluğundan yola çıkarak ben bu adama bir özellik koydum, bir inat koydum. "Ben gitmem. Görevliler gelecek ve şehir dışında sayacak göç edenleri. Kendi yolunda memurları oraya getirip öyle saydırıyor. Bu adama böyle bir güç koymak beni kalan yerleşim yerleri anlamında rahatlattı ama bundan sonraki etabımızda Cihanbeyli'de Halep dekoru yapacağız, her ne kadar bu kadar büyük olmayacak olsa da, bunun yarısı büyüklüğünde bir dekor olacak. Her iki dekoru da yaparak, yani başını ve sonunu yaparak ortasını da böyle daha bilindik, daha tarihi şeyleri yaşayan Divri gibi, Urfa gibi yerlerde o tarihi daha kolay yapabileceğimiz yerlere geçtik.

 

Peki, başrol oyuncularınızı nasıl seçtiniz?

Şimdi şöyle söyleyeyim Murat Han ile ilgili. Bir sürü istediğimiz, arzu ettiğimiz oyuncular oldu zihnimizde, çoğu dizi trafiği nedeniyle olmadı. Çünkü ne hikmetse bu yıl diziler yalnızca 1 ay tatil yapıyor benim ise en az 9 haftaya ihtiyacım vardı. Oyuncular zamanında, "Ya bu prodüksiyon sadece 3 hafta… Keşke daha uzun olsaydı da daha iyi bir iş çıkarabilseydik." diyen oyuncular şimdi 9 haftayı duyunca hemen kaçtılar. Bu 9 hafta insanları korkuttu, tam tersi olması gerekirken. Bu açıdan oyuncu bulmakta çok zorlandık ama Murat Han'ın İstanbul'da olduğunu duyunca, normalde Los Angeles'da yaşıyor, görüşelim dedim. Projeyi çok beğendi, ben olmak istiyorum dedi fakat bıyık şartında biraz duraksadı. Yahu acaba bende pala bıyık nasıl olur? Ben daha hayatımda hiç bıyık bırakmadım, dedi. Ben de takma bıyıkla falan sevmiyorum. Yani takma bıyık, takma sakal falan beni çok rahatsız eden şeyler. Her ne kadar yeni teknoloji ile bunları aşmış olsalar da bence inandırıcı değil. Bir tane sahnesi varsa oyuncunun bıyıklı, onu yaparsınız, sonra da kesersiniz. Fakat bir yol filminin baştan sona takma bıyıkla yapılması çok zor. Bir denedik ve çok enteresan bir şekilde adama da inanılmaz benzedi yani. Çok benzedi, kendi de çok şaşırdı ve tanıyamıyormuş insanlar. Böyle bir yolla biz Murat Han ile anlaştık. Sonrasında ise kadın oyuncu meselesinde ise aynı durumlardan, aynı dizi trafiğinden dolayı çok zorlandık. İpek Tuzcuoğlu neredeyse iki, ikibuçuk ay önce aklımızdaydı. Projeyi ona gönderdik ve çok beğendi. Yaz dizileri nedeniyle, genç kız bulmak, genç çocuk bulmak artık imkansız yani. Artık sinema filmi oyuncuların ikinci işi haline geldi. Sinema oyunculuğu artık Türkiye'de bitiyor. Bu diziler oyuncuların oyunculuğunu yok ediyor. Genç oyuncular 2, 3 sene bir dizide oynayayım sonra filmde oynarım diye düşünüyorlar fakat o 2, 3 senenin ardından o filmler onlara gelmiyor, bu da ayrı bir trajedi. Şu anda sinema oyuncusu yok, dizilerin şöhret ettiği insanların başvurmadıkları filmler var.

Benim size sormadığım, fakat sizin bu filmle ilgili söylemek istediğiniz bir şeyler var mı? Çünkü filminiz eminim ki vizyona girdiğinde çok büyük tartışmalar yaratacaktır.

Ben şöyle söyleyeyim, anlamak için yapıyorum bu filmi. Kendim de anlamak için yapıyorum. Yani, kendi topraklarımda yaşayıp bir erk tarafından, "Hayır. Bundan sonra burada yaşayacaksınız." denen insanlardan biri annemmiş gibi düşünerek, "Böyle bir durumda ne hissederdi?" üzerinden yola çıkarak yapıyorum bu filmi. Anlamak üzerine, birilerini yargılamak ve birilerini aklamak üzerine yapılan bir film değil bu. O coğrafyada hani eğrisini doğrusuna koyarak, kim ne yaptıysa onu doğrudan söyleyerek çalışıyorum.