Silahı bırak, barışa bak!

Çözüm süreci ikinci yılına girerken bir şey çok net olarak çıktı ortaya. Dökülen bunca kan ve gözyaşının ardından Türklerle Kürtlerin birlikte çıktıkları yolculuk, artık geri dönülemez, taraflar dahil, hiç bir güç tarafından geri döndürülemez bir aşamada. 

Bulunduğumuz yer başladığımız nokta değil asla.

Başbakan Davutoğlu’nun kullandığı metaforla, delice akan bir nehrin ortasında birbirimize tutunarak karşı kıyıya ulaşmaya çalışıyoruz ve her kasti ya da kusurlu davranışın bedeli herkes için çok ağır. 

Üstelik can kaybına ne Türkiye toplumunun ne PKK tabanının tahammülü var artık.

Bu yoldan geri dönmenin maliyetinin yeniden can mal kaybetmekten, karşılıklı husumet biriktirmekten ibaret olmayacağını da herkes görüyor artık.

Ülke olarak derin bir depresyona düşmektense silahların gömüldüğü, herkesin yaşadığı ülkeden ve birbirinden razı olduğu bir düzeni kurmak, tercih değil zarurettir şu aşamadan sonra. 

Netleşen bir diğer nokta; müzakere masasında otururken dahi PKK-HDP hattının dediğini yaptırmak için silahı yeniden siyaset aracı olarak kullanmaya kalkabilmiş olmasıdır. 

Şiddetin siyaset dayatmak için kullanılmasına adlı adınca “terör” denir. 

PKK henüz silah bırakmış değilse de, çözüm sürecinin varlığı da çözümden yana olmak da bunu ifade etmeye engel değil.  

Bilakis çözüm sürecinde temel amacın silahın siyaset aracı olmaktan çıkarılması olduğunu, 6-8 Ekim’de 48 kişinin ölmesine yol açan Kobani bahaneli eylemlerin Öcalan’ın dışında tutulamayacağı bir plan dahilinde sahnelendiğini ve bunun da gayet iyi görüldüğünü hatırlatmakta fayda var.

Buna rağmen çözüm süreci yürüyorsa ve yürüyecekse, bir kaç nedenle: 

BİR: Örgütün kemik yapısı dışında PKK-HDP çizgisine can üfleyen Kürt tabanı şiddet siyasetini desteklemiyor. Ya da, “artık” desteklemiyor. Bölge halkı sürecin hedefine ulaşmasını, dağlardaki çocuklarının evlerine dönmesini istiyor ve buna engel olabilecek türden “şiddetli” siyasete tavır koyuyor. KCK-HDP “sokağa çıkın” dediğinde bile evinde oturmayı tercih ediyor.

Bu sağlıklı tavır, PKK tabanını da sürecin aktif bir aktörü haline getirmiş, özellikle Kürt siyasi hareketinin bundan böyle kuracağı her denkleme bu “irade”yi de dahil etmesini zorunlu kılmıştır.

Ve elbette şunu da kayda geçirmek gerekir: PKK tabanının, çocuklarının emrinde olduğu Kandil’den bağımsız ve çocukları lehine bir tutum almış olması kati surette çözüm sürecinin önemli bir başarısıdır.    

İKİ: Hükümetin bu sorunu demokratik yöntemlerle çözmekte ve çözüm hatırına da olsa özellikle bölgedeki vatandaşlarını PKK’nın insafına terk etmemekte kararlı tutumunu sürdürmesi. Bu tutumu almak bir kaç açıdan zordu.

Önceki provokasyonların aksine Türkiye’nin politikalarını sokakları ateşe vererek değiştirmeye kalkanlar bu defa masanın diğer tarafında oturuyor ve çözüm sürecinin özünü çürütmeye yelteniyordu. 

Şimdi de bu toprakları hepimize yeniden vatan ve huzurun, kardeşliğin mekanı kılacak olan dördüncü büyük Türk-Kürt ittifakını riske ederek tamamen yerli olan bu sürece “yabancı” bir eli-gözü sokarım ha diyor. 

Üstelik de daha önce Kürdistanı dörde bölüp dağıtmış, her bir parçayı o ülkelerdeki despotların insafına terk etmiş, ihtiyaç duydukça -o da Kürtlerin dağlarını kanlarıyla ıslatmaları karşılığında lütfedip onlara “sahip” olmuş/çıkmış ve daha dün 9 Ekim 1998’te Abdullah Öcalan’ı “paketleyip” Türkiye’ye teslim etmiş olan “uluslararası komplo”nun organizatörü olan koalisyondan medet umarak!

ÜÇ: Müzakerenin tarafı olan PKK-HDP çizgisinden gelen son sorumsuzluk / ya da kolaycılık dahil olmak üzere, çözüm sürecini bitirmeye yönelik her provokasyon çabası aslında süreci aşıladı, güçlendirdi. 

Habur şovu, Oslo sızdırması, Paris cinayetleri, Gezi kalkışması, 17-25 Aralık darbe girişimleri, 6-8 Ekim Kobani dayatması ve belki bundan sonra başa gelecek başka haller -Allah’a şükür ki süreci sonlandıran değil sağlamlaştıran girişimler olarak işlev gördü. Her defasında halkın iradesi ve yaşatmak hakikati galip geldi. 

Bitik ulusolcularımızın, liberal demokrat görünümlü aydıncıklarımızın, paralel yapıya iman etmiş “hizmet”lilerimizin, süreç başladığından bu yana “ama yani hükümet samimi değil”, “demokrasi olmadan barış olur mu”, “a-ke-pe sizi kandırıyor ayol”, “yolsuzluk varken ölümler durur mu” diye çığıran, PKK’yı silah bırakmamaya çağıran ve bir müddet kulakları da dolduran sesleri, düştükleri çukurun derinleşmesi ve Türklerle Kürtlerin süreçte yol alıyor olması nedeniyle giderek bizden uzaklaşıyor.     

Nietzsche’den ilhamla “düşürülemeyen hükümet güçleniyor” ve dahi “bitirilemeyen süreç güçleniyor”. 

Ezcümle “barışma, savaş” diyenlerin değil “silahı bırak, barışa bak” diyenlerin sesi yükseliyor.