Sıradanlığın büyüsü

‘Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı dikkatle ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım, kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız.’

Dün kaybettiğimiz Gabriel Garcia Marquez, muhteşem romanı Yüzyıllık Yalnızlık’ın öyküsünü böyle aktarıyor bize. İşte tam da bu nedenle onun gerçekçiliği ‘büyülü’ sıfatıyla anılmıştı.

Sıradanlık korkutucudur. Gerçeği en çıplak haliyle yaşamaktan ya da duymaktan korkarız daima. Size kim gerçeği kılıflara, pahalı kumaşlara veya süslü sözlere sarmadan getirirse ondan ürkersiniz. Olduğu gibi görmek, olduğundan farklı görmekten zor gelir nedense.

***

‘Sıradan’ sözcüğünün bütün anlamlarını ve anlam kaymalarını göze alarak bunları yazıyorum.

Sözgelimi siyaset sıradanlığını yitirdiği anda sahicilikten uzaklaşır. Tersini söylemek de mümkün. Nitekim yaklaşık 12 yıldır siyaset sahnesinin en temel aktörü olan Tayyip Erdoğan’a baktığımızda, bu ilişkiyi en çarpıcı haliyle görmek mümkün.

Sıradan olanla sahicilik, dolayısıyla da samimiyet arasındaki bağı en iyi kurabilen lider Erdoğan. O yüzden milletle olan irtibatında yapaylık yok. O yüzden deyim yerindeyse insanların yüreklerine dokunabiliyor. Balkondan kendisine seslenen yaşlı teyzeye ‘Hadi bakalım, çayı hazırla geliyorum’ diyebiliyor.

Milletten aldığı karşılık ortada. Yakın tarihte böylesine sahiplenilmek galiba kimseye nasip olmadı. Kitleler, Erdoğan’a yapılan tüm operasyonları, bilgiye, belgeye, telefon dökümlerine bakarak değil, yüreğiyle reddetti.

Sıradanlığın büyüsü bu işte. Kendinden olana sahip çıkmakla, nereden geldiğini unutmadan yola devam etmenin eşsiz bütünleşmesi.

***

Hayatım boyunca Çankaya Köşkü’nü sevemedim, orada kimin oturduğunun önemi yok, ısınamadım. Yalıtılmış, gerçekle ilişkisi koparılmış, sahteliğin adının ‘sembol’ sayıldığı soğuk bir yer. Tepede, yüksekte ya da her neredeyse ‘biz’den uzakta. Merhum Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı makamından Cuma namazına giden hali gibi birkaç sönük kare dışında yüreğimde bu tepeye dair hiçbir sıcaklık yok.

Şimdi birkaç ay sonra bu makamda kimin oturacağını, insanın yüreğini üşüten salonlarda kimbilir kaç bin kişinin elini kimin sıkacağını konuşuyoruz. Diyoruz ki hatta, cumhurbaşkanını halk seçerse tepede havalar ısınacak, orası başka bir yer olacak.

Öyle mi gerçekten? Yoksa neredeyse bizim ‘yüzyıllık yalnızlığımız’a son veren, sahici ve bizden bir adamı alıp, o soğuk ve sahte alana hapsetmenin hesabını yapanlar mı var?

Kimin hesabı kiminle örtüşür, kimin derdi kimi tasfiye edip yeni dengeler kurmaktır; fazla zaman kalmadı hepsini göreceğiz. Ancak kuşkusuz milletin son seçimlerde verdiği mesajlar var. Erdoğan, bu mesajları kuru bir matematiğe kurban etmeyecek kadar tecrübeli ve yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi sahici bir lider.

Bu karmaşık tabloyu düzenleyecek, bir başka ifadeyle temize çekecek olan yegane adres millet. Sıradan bir yaklaşımla, sade bir hesapla bunu yapacaktır yine.

Millete dokunan adamın, tepedeki soğuk salonlarda oturmasına benim gönlüm razı olmuyor. Bakalım zaman hükmünü nasıl icra edecek, hep birlikte göreceğiz.