Evet, bu tartışma tatsız, biraz da gönülsüz girilen bir kavgaya dönüşmüş gibi görünse de hayır, bu bir ‘oy kavgası’, ‘oyun kadar konuş kavgası’ değil. Ya da ‘Tayyip Erdoğan-Cemaat kavgası’ da değil. Olamaz. Bu tartışma kaçınılabilir, ertelenebilir bir tartışma da değil. Vakti gelmişti. Bu bahsin açılması ve herkesin kim-ne olduğunu hatırlayarak özüne dönmesi gerekiyordu. O yüzden sağlıksız bir tartışma da değil. Bilakis herkes için ‘hayır’ çıkması umulan lüzumlu bir tartışma.
Ne oldu?
Türkiye’de yaşanan siyasi toplumsal değişimi sağlayan, giderek genişleyen orta sınıftır. Orta sınıf, dini değerler bakımından muhafazakâr olsa da değişime açıktır, talepkardır, çocuklarının kendilerinin yaşadığı hayatı değil daha iyisini yaşamasını istediği için de müthiş bir değiştirme gücüne ve kararlılığına sahiptir.
Ona bu hareket kabiliyetini veren Türkiye siyasi tarihindeki sağ-muhafazakâr iktidarlarken, halkın demokratik bilincini oluşturan temel etmen, kendisini hor gören, iradesini 3-5 beş kez sıfırlama cüreti gösteren darbe yönetimleri ve vesayetçi yapılar olmuştur.
AK Parti tabanı ve Cemaat, yabancı-hoyrat bir el müdahale edene dek aynı karında, vesayeti reddeden aynı kararlılıkla büyüdüler. Benzeştiler, sırt sırta verdiler, yol arkadaşlığı ettiler. Gönüllerde ince bir sızı olsa da halen öyleler. Ama evet, bir ‘şey’ oldu.
Neden oldu?
Türkiye’yi askeri bürokratik vesayetten kurtarmak, sivil siyaseti tesis etmek amacıyla toplumun farklı kesimleriyle birlikte alınan yolun bir yerinde iki taban arasına yabancı bir frekans girdi. O frekansla Cemaat adına konuştuğu algısını yaratan kimilerinin sözleri, yazdıkları, yapıp ettikleri yer yer örtüştü. O frekansın sahibi, önce Mavi Marmara’da, sonra MİT müsteşarına yönelik operasyonlarda açıkça görüldüğü üzere İsrail idi.
İşin kafa karıştırıp gönül bulandıran karanlık taraflarını sahibinin sesi olarak yazıya dökenlere bırakalım ve biz, bizi ilgilendiren ilkesel tarafına dönelim.
Ne olmalı?
Cemaat en geniş anlamıyla sivil toplum içindeki bir oluşumdur. Rızaya dayanır, hayrı amaçlar. Hocaefendi’ye bağlı olanlar, cemaat içindeki (var-yok) bir hiyerarşiye tabi olarak (kısmen) ortaklaştıkları bir tutum içinde ‘fedakârca’ hareket ederler. Amaç ‘iyiliği emretmek, insanları kötülükten men etmek’ yani ‘ahiret kurtarmak’tır. Mensupları ince fikirli ve hoşgörülüdürler. Sihirli kelime diyalogdur. Organizasyon yetenekleri müthiştir.
Ancak yapının çıktığı noktadan uzaklaşacak kadar büyümesi, büyümenin getirdiği ekonomi politiğin çıkış niyetini gölgelemesi ve giderek kendi varlığını korumak gibi bir amaca yönelmesi, etkiye açık hale gelmesi, ‘sahip olunan’ insan varlığından ve network ağından devşirilen gücün, özünde bir sivil toplum yapılanması olan cemaatin ‘ne’liğini etkilemiş -belki de- unutturmuştur.
STK’lar hangi toplumsal kesim içinden, hangi ihtiyaca binaen çıkmış olurlarsa olsunlar, siyaset üzerinde etkili olmak isterler. İşin doğası budur. Demokrasi siyasi partiler ve sivil toplum sayesinde işler. Ancak daha gevşek dokulu olması gereken yapıların kalabalık kadrolar halinde, belli bir hiyerarşi içinde ve talep etmeyi, işbirliğine girmeyi hatta siyaset vaaz etmeyi aşıp siyaset dayatmaya varan bir baskı mekanizmasına dönüşmesi oyunu bozar. Çünkü iş vesayete dönmüştür.
Ne olacak?
STK’lar dilerlerse siyasi parti olarak örgütlenmekte ve seçimlere girmekte serbesttir. Böylelikle, uygulanmasını istedikleri politikaları halka anlatmakta ve gerektiğinde halka hesap vermekte açık ve meşru bir yapıya kavuşmuş olurlar. Ama bunu seçmiyorlarsa da, siyaseti siyasi partilere, ülke yönetimini hükümetlere bırakmaları elzemdir.
Öte yandan, toplumun her kesiminin taleplerini eşit düzeyde ve herkesin hukukunu koruyarak karşılamakla yükümlü olan bir hükümet, halkın kendisine verdiği iktidarı askeri ya da sivil, herhangi bir ortakla paylaşamaz. Paylaşmaya kalkarsa siyasi parti olarak bedelini öder.
Türkiye her türlü vesayeti geride bırakacağı, açık toplumun ve sivil siyasetin hakim olacağı bir geleceği kurmaya çalışıyor. Olacak olan da budur.