‘Siyasal İslam’ ve ‘dünyayı değiştirmek’

Olivier Roy, “Siyasal İslamın İflası”nı yazarken, dinamizmini Batı karşıtlığı üzerine kurgulayan refleks hareketi olması üzerinden inşa ediyordu siyasal islama yönelik eleştirilerini... Asırlar boyu ya müstemleke ya da beyaz adamın ağır yükü olarak tanımlanan İslam coğrafyaları hakkında uzun uyuklamalar ve ezberlerle avunanlar için, gecikmiş bir kitaptı bu... Hem de erkence bir öngörüydü ki; kendi kaderlerini kendileri belirlemeye kalkan halkların ağır bedelli de olsa özgürleşmeye dair siyasal mücadeleleri, halen dünya gündemini belirliyor...

Siyasal İslam, akademilerde üretilen bir teori değildir. Kuranı Kerim’i okuyan veya Hz. Peygamberin hayatına bakan hemen herkesin, mü’mince yaşam içinde bulabileceği bir kalp atışı gibidir o... Özünü “kulluğa” has “güzel ahlak”a yaslamış, Yaratıcıya ve insanlığa hesap vereceği bilgisini taşıyan, ölümlü ve gelip geçici olduğunu unutmayan, adalet, özgürlük ve onur gayesini hayata hakim kılacak gayret ve basiret... Bu saydığımız kavramlar, ilk bakışta kültürel içkinlikleri cihetiyle göze çarpsa da, İslamın siyasete dair bakışını ören, temellendiren kavramlardır.

Hayatı ve zamanı ihtisas alanlarına bölerek anlamlandıran, anlamı çatışkı ve karşıtlıklar üzerinden inşa etme alışkanlığı çerçevesinde varılacak sonuç; elbette İslamı; kültürel ve siyasal başlıklar altında ayrıştırmaya gider. Ama bizde böyle gitmez işler. Tevhidi bakışta, birleştirme, bitiştirme, tezatları dahi bir anlam bütününde birleştirme vardır. Batılı göz septik reflekslerle bölüp ayrıştırarak anlamaya çalışırken... Doğulu nazar, anlamayı, insan olmanın özü olarak, sınırlı olandan sonsuz olana doğru sürekli genişleyen, komplekssiz bir artma olarak değerlendirir.

Kenarla eksen arasındaki insanın bölünmüş, yaralanmış, üst üste düşmüş halinden söz açar Nasr. Kenar’da olanlar kimlerdir, Eksen neresidir? İlk bakışta kendisini Eksen olarak gören Batı düşüncesinin, Kenardaki ve en iyi halle aydınlatılması gereken Doğu’ya kıyasla daha şanslı olduğunu düşünebiliriz... Fakat bu “eksen” oluşta, aynı zamanda “hareketliliğe kapalı oluş” da vardır. Hareket, eksen veya merkezde değil, kenarlarda neşet eder çünkü ...

Dolayısıyla, Doğunun anlama’sı, Batı’ya nazaran yeniliklere daha açıktır. Çünkü içeriden dışarı doğru bakar Doğu, maruz kalandır, öğrenendir, seyreden ve anlamaya çalışandır... Batı’daki anlamsa, dışarıdan içeri doğru yürütülür, tıpkı bir mikroskop altında incelediği doku hakkında analitik gözlemlerde bulunan bir araştırmacı gibi, anlam, Batılı için dışta gerçekleşen bir hadisedir...

***

Olivier Roy’un Batı karşıtlığı refleksinden ibaretleşmiş İslamcı hareketleri, karşıt/modernizm olarak değerlendirmesi haksız değil elbette. Genel olarak savunmaya has bir benzeşimdir bu; hem de savunucularının çoğu kez hiç de hesap etmediği, arzulamadığı bir sonuçtur. Savunma, bir raddeden sonra saldırıya benzeyen/benzemek zorunda kalan adımlara mahkum eder kendi kendini... Varacağı yer; ünlü ceza avukatı Verges’in kurduğu retorik üzerinden; “savunma saldırıyor”a çıkar. Mazlumun, savaştığı zalimle ikiz kardeş gibi benzeşebileceği kaotik bir sondur bu... Diktatör Saddam’ı tekme tokat getirdikleri idam sehpasında Kelime-i Şehadet getirmesine bile izin vermeden astıktan sonra zafer naraları atan eski mazlumların, trajik ve tüyler ürpertici benzeşiminde olduğu gibi...  

***

İslamcılık tartışmasında önemli isimlerden olan Kürşat Atalar; “Modernitenin iflas ettiği, postmoderniteninse derde derman olmadığı bir vasatta insanlığa umut vaat eden tek din veya ideoloji İslam’dır” diyordu bir röportajında. Din ile ideoloji arasında “veya” bağlacı çapında topyekun bir yerine ikame ediş imkanı var mıdır? Aynı fikirde değilim. Ama yine Atalar’a ait şu cümle; “siyasal İslam” tartışmalarının en azından henüz iflas etmediğinin çarpıcı bir ifadesi: “Müslümanların dünyayı değiştirecek potansiyelleri vardır ancak İslam’ı bütün insanlığın umudu haline getirecek küresel karakterli bir sistematik henüz üretilememiştir.”

Soru şu: “Dünyayı Niçin Değiştirmemiz Gerekiyor?