Tıpkı Tayyip Erdoğan’ın Çankaya zirvesine çıkışı gibi, Türkiye de bugün ulaştığı zirvenin her adımını hak etmiştir. Siyasal ve ekonomik yükseliş her aşamasında büyük emekler olan sancılı bir mücadelenin sonunda gelmiştir. Esasen çekilen sıkıntılar ve ülkenin hak etmediği saldırılarla kıyaslandığında Türkiye daha fazlasını da yaşayabilirdi. Genel olarak 2023 ekonomik hedeflerini yakalamak, o yıllar beklenmeden de mümkün olabilirdi. Ancak, kavgayı ve direnişi ortaya çıkaran da zaten pastanın büyümesi ve de pay sahiplerinin artmasına karşı itirazdır. İmtiyazlarını azaltmaya ve zaten avantajlı oldukları ekonomik/siyasal pay sahipliğini değiştirmemeye kararlı olan eski Türkiye elitlerinin direnci daha hacimli bir ekonomi ve demokrasiye ulaşılması sürecini yavaşlattı. Engelleyemedi ama yavaşlattı, yürüyüşü durduramadı ama zaman kaybettirdi...
Öngörülebilir bir ülke
Buna rağmen gelinen nokta demokrasinin zaferidir. Cumhurbaşkanı’nı Meclis’e dahi seçtirmekte zorlanan bir ülkeden, bu en kritik kararı doğrudan halkın verdiği öngörülebilir bir devlete ulaştık. Öngörülebilir olmak, belki de siyasal sistemimizin ve hukuk devleti varlığımızın en büyük eksikliğiydi. Anayasada, kanunda, mevzuatta satır satır kesinlikte yazılmış olan hükümler bile bir gecede değişebiliyordu. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay, rejimi korumak gibi kendilerinden menkul bir vazifeyle apaçık demokrasiye karşı bir pozisyon takınmışlardı. Parti kapatma kararlarından, siyasi yasaklara, 367 rezaletinden parlamentonun aldığı anayasa değişikliği kararlarını esastan bozmaya kadar sayısız örnek 2010 yılına kadar hüküm sürdü bu ülkede. Her alanda, öngörülemez, sonu tahmin edilemez, ileriye yönelik hesap yapılamaz ikinci sınıf bir cumhuriyet manzarası hakimdi. 2011 seçimlerine kadar sistemin altın hissesi her durumda vesayet kurumlarının portföyünde bulunuyordu.
Siyasetin, Meclis’in ve hukuk sisteminin patronluğunu vesayet kurumlarına angaje eden altın hisse düzeni artık yoktur. Hisselerin tamamı toplumun elinde bulunmaktadır. Bu sayede Cumhurbaşkanlığı gibi sisteme rengini veren makamın yeni sahibinin belirlenmesinde sadece millet iradesi ve siyaset söz sahibi olmuştur.
Siyaset, bir başka gücün zorunlu ortaklığına mahkum olmadan kararını vermiş ve yolunu çizmiştir.
Kafa uzatan çok oldu ama...
Sadece Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkışı değil geride bıraktığı partisi de aynı siyasetin gücüyle yeniden yapılanmıştır. Siyaset dışından hiçbir güç, olup bitene, geride kalana müdahale cesareti dahi gösterememiştir. Çankaya’yı kaybedenlerin hiç olmazsa iktidar partisinden pay alma umutları gerçekleşememiştir. Tabii olan, olması gereken kararı seçmen gücüne sahip kurulların ve liderin müştereken vermesiydi. Öyle de oldu.
Taha Özhan’ın dün TRT1’de Enine Boyuna programında söylediği gibi, “Erdoğan, açık kalp ameliyatını dışarıdan da izlemek isteyen bir sürü adam kafayı uzatırken, soğukkanlılıkla iki-üç hafta içerisinde tamamladı.”
Düne kadar herkesin ameliyata pek hevesli olduğu ve kendisini yetkili saydığı bir siyasal düzenden normale böylesine güçlü bir şekilde dönmek siyasetin zaferidir. Vesayetin değil siyasetin, otokrasinin değil demokrasinin zaferi...
Nereden nereye gelindiğini anlamak için hafızamıza sadakati öğrenmeliyiz. Hem bugün ulaşılan demokrasi seviyesinin kıymetini bilmek hem de önümüzde bekleyen uzun yolun meşakkatini unutmamak için öğrenmeliyiz.
Ahmet Davutoğlu hükümetinin, “ikinci yeni” kadrolarının önündeki yol da budur. Birbirinin teminatı olan, daha fazla demokrasi ile daha fazla refahı temin etmektir. Başka söze gerek yok... Kendisinin de aktörü ve tanığı olduğu demokratikleşme sürecinin sunduğu özgüven en büyük sermayesi olacaktır.
Erdoğan karşılamaya devam ederken, yeni başbakan Davutoğlu ve eşi Sare hanım da her zamanki tevazularıyla tebrikleri kabul ediyordu. Bilmem söylemeye gerek var mı, Davutoğlu’nun kendisi resepsiyondaydı ama tahmin edileceği gibi aklı yeni dönemdeydi.
Son not: Neredeyse herkes, bilhassa AK Parti’nin içinden geldiği öyküden gelenler iki cümleden birinde “Bugünleri de gördük...” diye başlayan duaları ihmal etmiyordu.