M. Yalçın Yılmaz
M. Yalçın Yılmaz
Tüm Yazıları

Siyasette yüksek gerilim

Günlük siyasette yaşananları 'yüksek gerilim', 'toplumsal kamplaşma' gibi ifadelerle tanımlama alışkanlığı yaygın hale geldi.

Kimi aydınların 1946 ve 1950 seçimlerini hiç okumadıklarını, 27 Mayıs'a giden günlerde atılan manşetleri yok saydıklarını görüyoruz. Üç siyasetçiyle üç gencin idamının doğurduğu siyasi atmosferi çabucak unuttuklarına tanık oluyoruz.

Erken Cumhuriyet dönemindeki uygulamalar bir dönem tabu kabîlinden konuşulmuyordu. Tek partili hayatın düşünce pratiği kısırdı. Fikirlerinden dolayı hapishanelerde ağırlanan Nazım Hikmet'ten Necip Fazıl'a, Nihal Atsız'dan Attila İlhan'a kadar birçok isim için artık 40 Karanlığı söz konusuydu. Atatürk dönemi, Gazi Paşa'nın kurucu lider olması ve başkomutan vasfından dolayı daha anlayışlı karşılanırken İnönü neredeyse yelpazenin her tarafından sert eleştiriler alıyordu.

12 Eylül askeri darbesi yolunda siyasal hayatın, sendikaların, matbuatın çatışma alanına çekilmesi, acı bir tecrübe olarak hafızalara kazınırken sokak kavgalarının ortaokul çağına inmesi adeta postalın gölgesinde bir hayatı davet ediyordu.

Elbette her on yılda bir darbe ve muhtıra ile derdest edilen siyasal zemin ümitsizliğe kapılacak ve karşıtlıklar, reddiyeler üzerinden söylemini sürdürmeye çalışacaktır. Ne düşünce dünyasının berrak ve çeşnili olması ne de farklı yaşam biçimlerini anlama ve kabullenme kültürünün askeri vesayetin gölgesinde yeşermesi beklenebilir.

DGM'lerin 141-142 ve 163. maddelerin gölgesi yavaş yavaş ortadan kalktıkça bazı eski Marksistler, karşıtını da ezen sisteme dair eleştirilerini yayınlamaya başlamışlardı. Aslında bu dönem Soğuk Savaş'ın hemen ertesinde düşünce dünyasının karşılıklı anlama ve çözümleme arayışlarının doğal bir sonucudur. Neticede Marksist, deneyimler başarısız olmuş ve hesapta olmayan yayılmacı/işgalci Sovyet modeli sol entelektüellerde hayal kırıklığı yaratmıştı. Farklı düşünce çevrelerini anlama çabası ise bilinçli bir tercihten öte karşıtlığın anlamsız hale gelmesinden kaynaklanıyordu.

12 Eylül darbesi, 28 Şubat post-modern darbesi, 2008 e-muhtıra denemesi ve 15 Temmuz darbe kalkışması son 40 yılın en önemli kırılma anlarıdır. Her kuşağın birkaç defa tanık olduğu bu darbeler dış bağlantılıydı ve uluslararası rekabete seyirci kalmamız için kurgulanmıştı. Ancak aydınlarımızın hafızası yine silinmiş olmalı ki bir düşünce daralması yaşıyoruz ve olup bitenleri unutma eğilimiyle karşı karşıyayız.

Bu kadar postal gölgesine rağmen inatla toparlanıp sandıklara koşan bir milletin siyaset yapma biçimi tabiidir ki yüksek gerilimli olacak. İçimizden çıkan siyaset yapıcılar ve parti teşkilatları bizlerin aynası olacak elbet. Unutulmamalı ki siyasetin nabzını düşürmenin tek yolu, siyaset dışı arayışlara kapıları kapatmaktan ve milli iradeye saygı duymaktan geçiyor.

Siyaseti normalleştirmek ve gerilimi yumuşatmak için her türlü vesayete kapıları kapatan bir düşünce iklimine ihtiyacımız var. Bunun için de yapılan algı operasyonlarına karşı daima uyanık olmak gerek.

DARBE KİTAPLIĞINA TAVSİYELER

Toplumda derin yaralar açan darbeleri yalnızca gazete arşivlerinden değil günlük, hatırat, röportaj ve romanlardan da okumakta fayda var. Farklı gözlerden dikkatli bir okuma yaptığınızda tarafların öz eleştirilerini görebiliyorsunuz. Darbenin ardından ise aceleyle tukaka yaptığınız, eleştirdiğiniz siyasi partilerin kıymetini anlıyorsunuz. Kitaplığımdaki yazarlarını bizzat tanıma fırsatı bulduğum metinlerden bir küçük seçki yaptım.

Rasim Cinisli: Bir Devrin Hafızası (27 Mayıs-12 Mart-12 Eylül)

Attila İlhan: Bıçağın Ucu-Yaraya Tuz Basmak (27 Mayıs)

Adalet Ağaoğlu: Bir Düğün Gecesi (12 Mart)

Emine Işınsu: Sancı (12 Eylül)

Tahsin Yücel: Peygamberin Son Beş Günü (12 Eylül)

Zeki Bulduk: Boğazın Sularına Atılan Kitap (28 Şubat)

Nil Gülsüm: Net Duruş (15 Temmuz Röportajları)

DÜNYAYA AÇILAN KAPI DİZİ ENDÜSTRİSİ

Televizyon dünyasının dizilere odaklanmasından şikâyet ediyoruz. İçeriden bakınca bu denli bir dizi üretiminin sanat dünyamıza katkısı olmadığı kanaatindeyiz. Ancak işin bir de dizi endüstrisi boyutu var. Yaklaşık 150 ülkede 800 milyona ulaşan bir sektörü göz ardı edemeyiz.

Türkiye'nin en önemli yumuşak güç unsurlarından biri haline gelen dizilerimiz ülkemizi cazibe merkezi haline getiriyor. Çünkü bizim anlatacak çok hikâyemiz var. Uygarlıklar beşiği ülkemizin her köşesinde insana dokunan bir hikâye var.

Dizileri ortaya çıkaran yapımcıların, yönetmenlerin, oyuncuların ve set emekçilerinin çabası Türkiye'nin bilinirliğini artıran önemli bir etken. Türkçemizin geleceği için verdikleri katkı ise çok büyük.

Hepsini yürekten kutluyorum.