Demokrasinin diyalog, hoşgörü, tahammül ve uzlaşıya dayandığı bilinen bir gerçektir. Demokratik rejimlerde hükümferma olması gereken bu değerlerin öncelikle siyasetçiler arasındaki ilişkiye yansıması gerekir. Türk siyasetinin son dönemde giderek ‘aşırı, aykırı, ajitatif, hakaretamiz, ölçüsüz’ bir üslüp üzerinde dönmesi hem siyaseti zayıflatan, hem demokrasiyi güçsüzleştiren bir etki yapıyor.
Muhalefet liderlerinin sıradan sözler gibi ifade ettikleri ‘katil, hırsız, yolsuz, yalancı, hain’ lafları siyasi diyalog kanallarını havaya uçuruyor. Liderlerin birbirinin yüzüne bakamayacak sözler sarfetmeleri, ilişkilerin kopmasını da beraberinde getiriyor. Öyle olunca törenlerde birbirine sırtını dönen, gözünü kaçıran, tokalaşmayan siyasetçi görüntüleri oluşuyor.
Muhalefet partileri iktidarı yerden yere vurmayı, düşman gibi konumlandırmayı kaçınılmaz bir siyaset gibi görürlerse büyük hata ederler. Başbakan Erdoğan’a söylenen her ağır sözün toplumun büyük kesimini oluşturan AK Partililer üzerinde nasıl bir psikolojik etki yaptığını düşünmemek akılcı bir davranış olmaz.
David Russell’ın, “Hayattaki en zor şey; geçeceğin köprülerle, yıkacağın köprüleri ayırt etmektir” der. Siyasetçinin işi köprüler yapmaktır. Bunun ilk adımı da gönül köprüleri kurmaktır. Köprüleri havaya uçurmayı siyaset zannedenler ya ileri noktalara gidemezler veya gittikleri yerden dönemezler.
Erbakan, Özal, Demirel, Türkeş arasında ciddi siyasi gerilimler olmuştur ama beşeri ilişki ve nezaket hiç kesilmemiştir. Hatta büyük siyasi kavgaların içinde eski dost gibi samimi sohbet ettikleri bile görülmüştür. Yüzyüze bakmak, el sıkışmak, gözgöze gelmek, hatır sormak açısından iyi bir noktada olduğumuz söylenemez.
Başbakan Erdoğan’ın defalarca talep ettiği randevuların karşılıksız kalması, kapıların yüzüne kapatılması çok talihsizdir.
MHP lideri, siyasi gerilimin sokağa yansımaması konusunda gösterdiği doğru tavrı, liderler arasındaki ilişkide aynı düzeyde göstermemiştir.
Güzellik insanın kendine yakışanı yapmasıdır. Erdoğan’ın her seçim gecesinde yaptığı balkon konuşmalarının bir örneği muhalefet tarafından henüz yapılamamıştır.
Seçim mağlubiyetleri muhalefet liderlerini daha hırçın ve tahammülsüz yaptıkça bir sonraki seçimin mağlubiyeti için de taşlar döşenmiş oluyor. Erdoğan’ı yenememekten kurtulmanın yolu onu aşağılamak ve hakaretlerle itibarsızlaştırmaya çalışmak değildir. Çünkü siyasete nezaket yerine hakaret, vizyon yerine hamaset hakim oldukça irtifa kaybı da kaçınılmaz oluyor. Aslında iktidarla bir politika üzerinde rekabet edememenin veya siyasi uzlaşı içine girememenin bir sebebi de ‘fikirsizlik’tir. Yunanca olan diyalog kelimesinin kökeninde ‘düşünceyi takip etmek’ vardır, yani bir fikre sahip olmak ve o çizgide arayış içinde olmak... Fikirsizlik, ister siyasette ister medyada olsun gelip tahammülsüzlüğe ve çirkin üsluba dayanıyor.
Siyaseti siyah/beyaz yelpazesine sıkıştıranlar, gerçekçi olmak yerine çözümsüzlüğü ve olmazı gösterenler toplumun nezdinde‘sorun çözücü’ olarak görülmezler.
Napolyon’un, kendisine harita üzerinde “önce şurasını almalıydınız, sonra buradan geçerek ötesini zapt etmeliydiniz” diyen birine “Evet, onlar parmakla alınabilseydi öyle yapardım” dediği söylenir.
Muhalefet gerginliğin fayda getirdiğini düşünüyorsa çıkmaz yoldadır. Diyalog ve uzlaşıya yanaşmayanların, her türlü hakareti sıradanlaştıranların Erdoğan’ı ‘gergin ve öfkeli’ konumuna oturtmaya çalışması boş bir çabadır. Halk, sürekli hakarete ve saldırıya uğrayan Başbakanının gülücükler dağıtmasını sadece zillet olarak görür. Halkı kucaklamak ne kadar erdemse, siyasete yönelik saldırılara karşı eyvallah etmemek de o kadar gereklidir.