Siz Levent Kırca’dan daha mı düzeylisiniz?

Levent Kırca’ya, “belki gider karı bilmem ne yaparım” dedi diye, her düzeyden, her yaştan, her barikattan tepki yağıyor.

Hem de ne tepki.

Böyle çirkin laflar bir sanatçıya yakışır mıymış?

Bu ne terbiyesizlikmiş!

Sanki bu ülkede muhalefet, kültürle, bilgiyle, altyapıyla yapılıyormuş gibi, bir de “donanım”dan sigaya çekiyorlar adamı: “Levent Kırca gibi ideolojik altyapıdan yoksun, tutarlı bir bildirisi olmayan, ezber sloganlar atan bomboş bir adam mı muhalif sanatçı olacakmış?”

Ne olacaktı ki?

Ettiği küfürlerin arasına Derrida’dan, Habermas’tan cümleler mi serpiştirecekti? Das Kapital’dan paragraflar mı aktaracaktı?

Salih Tuna’nın yerinde hatırlatmasıyla, “Levent Kırca’nın ideolojik altyapısı yok da muhalif sanatçıların önde gidenlerinden Tarık Akan’ın çok mu var?”

 

Levent Kırca kültürsüz de, Sabetay Sevi’yle Sabetay Levi’yi karıştıran Özdemir İnce çok mu kültürlü?

Levent Kırca ezber sloganlar atıyor da, Yılmaz Özdil ve Emin Çölaşan gibiler bilimsel bilgiyle mi konuşuyor?

Levent Kırca terbiyesiz de, önüne gelene “para uşağı”, “lafı kıçından anlayan adam”, “arabesk yavşaklığı”, “sen de yap, sen de sat it oğlu it” diye saydıran ilerici zevat çok mu terbiyeli?

Bahsi geçen ilericilerin ilki Mustafa Mutlu, ikincisi Fazıl Say, üçüncüsü de... Kim olabilir? Elbette Zülfü Livaneli.

Şarkılarını ezberlediğimiz, filmlerine bayıldığımız, toleransına hayran olduğumuz dünya efendisi Zülfü Livaneli, “Niçin bestelerini reklamcılara satıyorsun?” diyen bir hayranına, hem de canlı yayında, aynen bu cümleyle çıkışmıştı: “Sen de yap, sen de sat it oğlu it...”

Budur Livaneli...

Budur Atatürkçülüğün ve devrimciliğin jargonu...

Dolayısıyla, kendisini devrimcilikle, Atatürkçülükle, ulusalcılıkla taltif eden Levent Kırca’da düzey aramamak lazım...

İyi ama Atatürk demiş ki, “Her şey olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız...” Bir sanatçı olarak Levent Kırca... Ne bileyim işte... Şaşkınız... Hiç beklemiyorduk.

Bekleyin.

Misafirlik raconunu ayaklar altına alan bir insandan her şey bekleyebilirsiniz.

Misafir edildiği ev hakkında ileri geri konuşan, üstelik bunu kamuoyu önünde yapan iki insan biliyorum.

Biri Levent Kırca, diğeri Ahmet Hakan Coşkun...

İkisi de Mehmet Barlas’ın dostuydu ve Otağtepe’nin müdavimleri arasındaydı. İkisi de bu “görgüsüzlüğü” yaptı.

Hem, niye Levent Kırca’ya yakışmıyormuş ki!

Küfretmek bir imtiyazdır. Özellikle Kemalistler açısından...

Levent Kırca da bu imtiyazı kullanıyor.

Hatırlarsanız, merkez medyamız, vaktiyle Başbakan Erdoğan’a “kâfir, hırsız, satılmış” diye saydıran Mehmet Fethi Dördüncü adlı yaşlı bir adamı idolleştirmişti. “Atatürkçü Fethi Dede” diye de sevimli bir figür haline getirmişti.

Bir örnek de Cumhuriyet gazetesinden vereyim:

Bu gazetenin bir yazarı var.

İsmi azım değil...

Pazar günleri, içinde “yağmur” ve “hüzün” geçen yazılar yazarak bizi bizden alan, coşturan, irkilten, ontolojik sorunlara gark eden, zaman zaman ağlama noktasına getiren bir yazar...

Evet, o da bir Atatürkçü.

Hiç üşenmedim, internete girdim, sair zamanlarda yazdığı bir yazıyı buldum.

Muhtemelen polemik yaptığı bir kişi hakkında aynen şunları sıralamış: Soytarı, maskara, liboş, Fetuş, dinci, dolar babası, laf cambazı, sapla samanı karıştıran adam, ampul, şaklaban, kaz kafalı, yalaka, cahil... 

 

Budur.

Fazla söze hacet yok. Mal ortada...