‘Sizi beğenmeyen bir siz varsınız!’

Gece. Palmiye ağaçlarının arasından dört bayrak direği görebiliyorum. Birinde AB bayrağı; eprimiş, kirlenmiş, sallanıyor ay ışığında. Yanında İspanya bayrağı, sağında Alman bayrağı; bağlanmış direğe ki rüzgarda, evlerden uzak, yırtılmasın diye! En başta Yunan bayrağı, öyle duruyor. Hayret! Rüzgarda dalgalanacak mecali kalmamış.

Karşımda, bembeyaz saçları uçuşan, mintanının kimi düğmeleri kopmuş, cıgara üstüne cıgara tazeleyen, arada bir de önündeki “Yunan kahvesini” yudumlayan Profesör Aristi. Limanda balık satarken tanıştık; tezgahının hemen karşısındaki kahveye davet ettim.

“Amerikalı mısınız?” diye laf atmıştı ilk karşılaştığımızda düzgün bir İngilizceyle.

“Hayır. Türküm.”

“Zaten Yunanistan’a üç beş Amerikalı’nın dışından sadece Türkler geliyor. Eh ne de olsa siz zengin milletsiniz...”

Bilmem kaçıncı cıgarasını yakıyor; garson kızdan dondurma istiyor.

“Zengin milletiz biz ha?”

“Öyle ya. Bütün adalar Girit’ten, Midilli’ye; Sakız’dan Kos’a herkes yolunuz gözlüyor, ‘Türkler gelse de cebimiz para görse’, diye. Sonra o paralarla Türkiye’ye geçip yiyecek, içecek alıyor pazarda.”

Aklıma bir iki ay önce Londra’da sohbet ettiğim sarı saçlı, mavi gözlü, yüz kiloluk, ıvır zıvır satan dükkan sahibesinin söyledikler geliyor birden: “Siz yeni Japonlarısınız Avrupa’nın. Önce Araplar geldi, restoranlar, oteller, müzeler doldu doldu boşaldı... Sonra Japonlar... Şimdi de Çinlilerle Türkler...”

Dükkanın yanında döviz bürosu var. Doların, Euro’nun, Yenin yanı sıra TL de salınıp satılıyor. Şunun şurasında on yıl önce TL’yi göstersen, dövizci “bu ne parası?” diye sorardı elinin tersiyle dehlemeden önce seni.

“Sizi beğenmeyen bir siz varsınız koca Avrupa’da... Nedense!”

“Efendim?” diyerek dönüyorum Aristi hocaya.

“Türkler beğenmiyor memleketlerini nedense; hep şikayet hep şikayet. Sor bakalım şurada oturanlara neler vermezler sizinle yer değiştirmek için...” Gülüyor utangaç utangaç. “Geçenlerde To Vima Gazetesi’nde galiba ya da bir başkasında manşet atmışlardı: ‘Bize Erdoğan’ı verin; bütün politikacıları size verelim!’ diye.”

“Nasıl bu hale geldiniz?” diye soruyorum kendimi tutamayarak. Adam belli ki utanıyor bu söylediklerinden ama söylenmesi gerektiğine de inanıyor:

“Çok basit. Biz öğleye kadar çalışır, akşama kadar uyur, sabaha kadar içeriz. AB’den gelen milyarlarca Euro’yu ya politikacılarımız cebine attı ya da har vurup harman savurdu. Papandreau oy alacağım diye memur maaşlarına neredeyse yüzde beş yüz zam yaptı! Şimdi o memurların yarısından çoğu işten atıldı! Alt yapı çöktü; lüks malların ithalatı patladı. Dükkan sahibi yarım gün açarsa mağazasını, taksi şoförü günde beş saat çalışıp on saat yatarsa, hiçbir şey üretmezse ülke, turizm tesisleri eskir, odalar yenilenmezse, deniz taşımacılığında navlun fiyatları dibe vurursa...” Derin bir soluk aldı: “Ben  profesörüm aldığım parayla geçinemediğim için bu yaşımda akşamları limanda balık satıyorum. Şu anda İkinci Dünya Savaşı günlerinden daha zor bir dönem geçiriyoruz. Her gün grev, her gün sokakta çatışma... Biteceği de yok hani! Bak şuraya!”

Gösterdiği yere bakıyorum; Türk bayrağı dalgalanıyor liman girişinde.

“Balkan savaşından ta 1913’ten bu yana ilk kez Midilli’nin her yanında görürsün bayrağınızı. Amaç daha çok Türk gelsin. Lokantalarda bütün menüler Yunanca ve Türkçe. Dükkanlarda yarım yamalak da olsa Türkçe konuşan tezgahtarlar var. Adalardan ev alan çok Türk olmuş. Öyle diyorlar... Gene döndünüz memleketinize galiba.”

Hiçbir şey söyleyemiyorum. Önüme bakıyorum ama Allah affetsin, gururlanmıyor da değilim hani: Karşımda Aristi olmasa kahkahayı patlatacağım. BİZ ZENGİN MİLETİZ BE! VE BİZ, BİZİ BEĞENİYORUZ ARTIK!