Sömürgeciliğin öncüsü misyonerler

Ne bir insan ne de bir devlet, tanımadığı bir toprakta, ahlak ve geleneklerini bilmediği bir kavim arasında uzun süre barınamaz. Çünkü tarih bize körü körüne işgal edilen topraklarda uzun süre kalmanın çok zor hatta imkansıza yakın olduğunu kanıtlamıştır. İşgal ettiği topraklarda uzun süre kalmanın ötesinde, o toprakları da halkını da sömürmenin nasıl yapılacağını dünyaya en iyi İngiltere göstermiştir.

Haritada İngiltere’ye baktığımız zaman, orta boy bir ada görürüz. Dünyada bir dönem 450 milyon kişiyi bu adaya kul köle eden Büyük Britanya İmparatorluğu’nun askeri gücü, donanması mıdır sadece? Hayır. Misyonerler Cemiyeti  olmasa İngiltere böylesi dev bir imparatorluk kuramazdı. Salt dinsel anlamda değil ticaret ve servet birikiminde de misyonerler çok başarılı olmuştur.  Misyonerler, Halid Bin Vermeke’nin oğlu Fadl’ın “akıllı kişi elindekini koruyan ve de bu günün işini yarına bırakmak gafletinde bulunmayandır” sözünü belleklerine kazımış ve bundan bir milim sapmamışlardır ömürleri boyunca.

Misyonerler çocuk yaşta bu yaşam biçimine soyunur, yapacakları görev doğrultusunda bilimsel, ahlaki ve düşünsel biçimde yetiştirilirdi. Misyonerler Cemiyeti her yıl lisede okuyacak çocuklar arasından babalarının onayıyla, ihtiyaca göre, otuz-kırk öğrenciyi himayesine alır, onları, özel yeteneklerine göre üçer beşer gözüne kestirdiği bölgelere yollardı. Örneğin ikisini İstanbul’a, üçünü Libya’ya, dördünü Hindistan’a, üçünü Tibet’e, beşini Rusya’ya derken dünyanın dört bir yanına serpiştirirdi bu çocuklar...

Bunların, bizim açımızdan, en  çarpıcı örneği Christopher Randolph Richardson’dur.  Anılarında İstanbul’a Cemiyetin onu çok küçük yaşta gönderdiğini anlatır:“Daha on yaşındaydım İstanbul’da İngiliz Elçiliğine gittiğimde. Sefir beni hizmetkarı, Unkapanı’nda oturan Ethem Ağa’ya teslim etti: ‘Ağa bu çocuğun adı İbrahim. Senin özbeöz evladındır. Öyle bilesin, öyle söyleyesin herkese,’ diye sıkı sıkı tembihledi.  ‘Sana şimdi 20 İngiliz altını vereceğiz.  Bu parayla çocuğu mahalle mektebinde okutacak, yedirecek, içirecek, giydireceksin. Ayda bir kere de elçiliğe getirirp bana göstereceksin....”

 

Christopher/ İbrahim, Türkçeyi hem evde hem mahallede hem de okulda öğrenir. Mahalle mektebini bitirince Beyazıd Camii şerifinde müderris Palabıyık Ali Efendi’nin eğitiminden geçer. Cüppesi, sarığı, pabuçları hep tertemizdir... Palabıyık Ali Efendi’nin yanında ve de yardımıyla Sarf, Nahiv, Avamil, Kafiye, Mantık, Tasavvurat, Tasdikat, Kalem, Fıkıh, Tefsir ve daha birçok kitabı sırasıyla okur. Sıra Fransızca öğrenmeye gelmiştir. Ermeni Antuan Efendi’den de bu dili hem yazıp hem de okumayı öğrenir. Her ay hiç sektirmeden İngiliz Elçiliğine gider, herşeyi bir bir İngiliz İstihbarat Kuruluşu temsilcelerine anlatır.  Türkçe, Arapça ve Fransızca konuşup yazdığı için Hariciye Nezareti tercüme kaleminde ayda 500 kuruş maaşla işe başlar, artık elinden devletin en gizli belgeleri geçmektedir. “Sonunda maaşım 2 bin kuruşa yükseldi ve Hariciye’de Tercüme odası başhalifesi oldum....”

Ve İngiltere’ye geri çağrılır. Sakalını keser, cüppeyle sarığı bavuluna atar, ceket, pantolon, ipek kravat, rugan iskarpinlerini kaptığı gibi Londra’nın yolunu tutar. Artık eğitimi bitmiştir, sıra İngiltere’nin sömürge olarak seçtiği Mısır’a gidip işe başlamaktadır.

 

İngiltere elindeki ülkeleri pek güzel bildiği gibi, istila edeceği ülkeleri de önceden  Christopher/İbrahim gibi misyonerler aracılığıyla hazır lokma haline getirir. O memleketlere girdiği gün bir yabancı değil de kendi evine girer gibi girer.  Yani arka kapıdan değil ön kapıdan, hem de elini kolunu sallaya sallaya... Ve İngiltere uygarlığın beşiği, Osmanlı’ysa barbar diye anılır batıda da kendi ülkemizde de! Ne güzel değil mi?