Çanakkale savaþýnýn 100. yýlýný idrak ettiðimiz þu günlerde daha önce sinemamýzdan örneklerini gördüðümüz bu savaþla ilgili filmlerden sonra, bu kez otuz yýl önceki benzeri Gelibolu gibi yurtdýþýndan bir yapým vizyona girdi. Avustralya kökenli selefi gibi yine ayný coðrafyadan karþýmýza çýkan Son Umut (The Water Diviner), Robert Redford, Clint Eastwood gibi oyunculuktan gelme ve Yeni Zelanda kökenli Russell Crowe, senaryosu genel olarak güçlü bir film gerçekleþtirmiþ. Temiz bir sinema diliyle aktarýlan film, savaþa her iki tarafýn gözlerinden bakmaya çalýþarak aslýnda bir savaþ filminin yapmasý gerekeni uygulamaya sokmuþ. Ancak yer yer çarþý dekorlarýnda olduðu gibi oryantalist tasvirlerden de kaçýnamamýþ ve özellikle Türk tarafýnýn ziyadesiyle öne çýktýðý otel bölümlerinde gerçekliði fazla zorlayan bir anlatým sergilenmiþ. Yine ayný þekilde, Kuva-yý Milliye’ye katýlan Istanbul’dan bir grubun deðiþik yansýtýlmasý da ayný gerçekliði zorlayan bir baþka bölüm olarak karþýmýza çýkýyor.
Gerçeklik duygusunu oldukça canlandýran çarpýþma sahneleriyle açýlan film, Avustralya’ya geçerek orada oðullarýný cepheye yollamýþ bir ailenin hayatýnýn içine giriyor. Cephenin hayatý altüst eden kaotik atmosferinden binlerce kilometre uzaklýktaki bir ülkedeki sükunet çarpýcý bir tezat oluþtursa da, orada da içten içe derin bir huzursuzluðun varlýðýna tanýk oluyoruz. Çocuklarýndan haber alamamanýn derin üzüntüsünü yaþayan anne bunu travmatik bir þekilde tecrübe ederken, yönetmenin canlandýrdýðý baba da dýþtan pek belli etmese de acýný içine atarak eþinin üzüntüsüne katýlýr. Babanýn filme adýný veren, topraðýn altýnda su bulma gibi biraz metafizik vurgusu olan bir gücü de vardýr. Bu güç daha sonra harp meydanýnda oðullarýnýn can verdiði yeri keþfetme olarak tekrar gizemli bir þekilde karþýmýza çýkacaktýr. Hanýmýnýn trajik bir biçimde ölümünden sonra oðullarýnýn izini sürmek üzere, savaþtan dört yýl sonra bilmediði topraklara doðru yola çýkan acýlý baba, geldiði bu yeni ülkede bilmediði birçok gerçekle karþýlaþacaktýr.
Crowe, genellikle gerilim derecesi yüksek bir film yapmýþ ancak kimi zaman senaryonun zaaflarý denebilecek görsellikler de çalýþmanýn deðiþik bölümlerine serpiþtirilmiþ. Istanbul’a indikten sonra otele yerleþene kadarki kovalamaca esnasýndaki görüntüler, Baðdat Hýrsýzý, Indiana Jones ve benzeri pekçok yapýmdaki Doðu tasvirleriyle mütenasip bir görünüm sergiler. Otele vardýktan sonraki Türk kadýnýnýn serbest tutumlarý, çocuðunun sünnet düðününde iþgal altýndaki payitahtta hareketli müzikli eðlence düzenleyip erkeklerle beraber oynamasý, Kuva-yý Milliye’ye katýlmak üzere Anadolu’ya geçecek grubun bir genelleme yapýlarak hemen tümünün kadeh kaldýrmasý, anakronik bir yansýtma olarak beyazperdeye düþüyor. Öte yandan, savaþ sonrasý cephede ölülerini arayan karþý tarafa, film boyunca genel olarak iyi bir rol çýkartan Türk oyuncularýn canlandýrdýðý Türk subaylarýn yardýmcý olmasý, oðullarýný aramaya gelen babanýn özelinde binlerce kilometre uzaklýkta hiç bilmediði topraklarda niye savaþýldýðýnýn sorgulanmasý, üç kardeþin ölüm düzlüðünde kardeþlerden birinin mevt olma sürecinin nerdeyse anbean içimizi acýtarak verilmesi, babanýn olaðanüstü bir sezgiyle ölmüþ çocuklarýnýn cesetlerini keþfetmesi, hayatta kalan oðulun psikolojik travmayla adeta bir inanç dönüþümüne uðramasý filmin pozitif anlatým unsurlarý olarak dikkat çekiyor.
Diðer yandan bir yerde, Son Umut veya yakýn tercümesiyle Su Kahini, Çanakkale’ye savaþmak üzere gelen genç Anzaklarýn hikayesinin anlatýldýðý Peter Weir’in 1982’de çektiði Gelibolu’nun devamý gibi görünmektedir. Ancak her ne kadar tek taraftan baksa da, kendi ülkelerinden çok uzakta bir yerde bu gençlerin hayatlarý pahasýný ne aradýklarýný veren Gelibolu da anti-militarizme varan anlatýmýyla insanlýk dramýný çok güçlü bir þekilde sergilemiþtir.