20 Nisan tarihli yazım üzerine birçok mesaj aldım.. Teyid mahiyetinde olanları geçelim; ‘Aman, Selâhaddin, taşlarla fazla uğraşma..’ diye lâtife yapanların sözlerini..
Bazıları ise, ‘Yahu kardeşim, kaşımayalım bu konuları..’ diyen çekingen veya korkak sınıfından.. Onlara iyi uykular.. Kimse onlara dokunmaz.
(Buraya bir not düşelim.
1938’de Kasım ayı.. Yakup Kadri, büyükelçi olduğu İsviçre’den cenaze törenine katılmak için gelmiştir. Ve artık, Bern’e dönecektir.
Maarif Vekili (M. Eğitim Bakanı) arkadaşı Hasan Âli Yücel’e vedâ için gider.
Biraz sohbetten sonra, ‘Hasan Âli, hâtırâtımı da Maarif Vekâleti’ne verdim.’ der. (Çünkü o zaman yayınlanacak her eser, ancak Maarif Vekâleti’nin izin vermesiyle basılabiliyordu..) Yâni, o kadar geniş bir ‘hürriyet’ vardı!!
Hasan Âli der ki, ‘Yakub Kadri, gerekli değişiklikleri yaptın mı?’
-Nasıl yani?
-Biliyorsun ki, ‘Devr-i Kemal’ bitti, ‘Devr-i İsmet’ başladı!’
Yakub Kadri, ‘Bunu duyunca, başımdan aşağı kaynar su döküldü zannettim’ der.)
Üçüncü kesim ise.. 100 yıllık sofistik uykularının sona ereceğinden korkan ‘taife-i laïcus..’
-Devletin kurucusu hiç kimseyle aynı kefeye konulamaz!’ diyenler..
Bu taife, şartlandırılmış beyinlerin ürettiklerini başkalarına zorla dayatmayı kendileri için bir hakk sanıyorlar, 100 yıldır.. ‘Tanzimat ve İttihadçı kafası..’ Bunlar, Birinci Şef’ten geçinenler.. Ve, kafa konforlarının bozulmasından korkuyorlar..
Biz ise diyoruz ki, ‘Yakın- uzak, tarihimizde her kim var ise, hepsi de bizim tarihimizin bir parçası..
Tarih, eğer masal anlatmak ve toplumu uyutmak ve uyuşturmak değil de, gerçeğin anlaşılması ve bugün ve yarınlarda aynı hatanın tekrarlanmaması için ise; ‘Geliniz, her kim olursa olsun, birileri sevsin- sevmesin, herkesi, insan olarak anlamaya çalışalım. Kimse kanun zoruyla korunmasın, dayatılmasın..‘
Milletin aklı sınırlanmasın.. Üstelik, ölüp gidenlere, sevmeseler bile, kimse hakaret etmiyor. İşte, Mustafa İsmet ve Mustafa Fevzî Paşalar birer örnek..
Tekrar edelim.. Savaşlar sırasında kasıdlı olarak bir hata yapılmamışsa, savaşta yenmek de vardır, yenilmek de; o durumda olan komutanlara bir eleştirimiz olamaz.. Bizim artık karşı çıktığımız husus, askerî savaş bittikten sonraki dönemlerdeki ve üzerlerinde hâlâ, tartışma yasağı olan dayatmalardır.
Çünkü, bütün milletin alın teri ve göz yaşı ve kanlarıyla elde edilen askerî zafer sonrasında, bir takım askerlerin ‘toplum mühendisliği’ne soyunup, toplumu adam etmek adına, - yabancı düşmanların yapmaya cesaret edemiyeceği şekilde-, Müslüman halkımızın bütün inanç değerlerine korkunç bir saldırı başlatılmış ve bu durum, askerî hizmetin bedeli bir hak gibi gösterilmek istenmiştir.
Savaştaki hizmet, herkesin ülkesine karşı vazifesiydi..
İtfaiyecinin vazifesi yangını söndürmektir. Ama, yangından sonra itfaiyecilerin gelip, ‘Biz olmasaydık, eviniz ve siz yanacaktınız. Hayatınızı bize borçlusunuz ve bu evde bundan sonra biz ne dersek, öyle hareket edeceksiniz..’ demeleri gibi bir zorbalık kabul edilebilir mi?
Bunun, ‘Devlet kuruculuğu’ iddiasıyla da ilgisi ve savunulacak tarafı yoktur. Kaldı ki, yapılan ‘devlet kurmak’ değil, rejim kurmak idi. O kadar ki, işgal altındaki İstanbul’dan, Meclis-i Meb’usân’dan Ankara’ya gelen meb’uslar, ilk oturumda, İstanbul’da yarım kalan ve ziraat konusundaki bir maddenin görüşülmesine devam etmişlerdi.
Amma, kısa zaman sonra, ‘Halk için, halk’a rağmen..’ prensibiyle, ‘jakobenist/ tepeden inmeci’ bir takım dayatmalar gelmiştir; dârağaçları, zindanlar- sürgünlerle..
Birilerinin topluma yeniden bir ‘deli gömleği’ giydirme çabalarına rağmen, bu korku filminden yeni yeni kurtulmaya çalışıyoruz; özellikle son 20 senedir..