Ýçinde bulunduðumuz sene, I. Dünya Savaþý’nýn yüzüncü yýl dönümü. Söz konusu Harb-i Umumi, bu vesileyle dünya genelinde anýlýyor, hatýrlanýyor. Bizim açýmýzdan hatýrlanmasý gereken yönlerinden biri ise epey “lüzumsuz” ama bir o kadar da “tahripkâr” bir savaþ olmasý.
Bu lüzumsuz tahripkârlýk, I. Dünya Savaþý’nýn en çok Avrupa cephelerinde görülür. Öyle muharebeler vardýr ki, Alman ordusu siperlerinden fýrlayarak Ýngiliz-Fransýz cephesine ölümüne saldýrýr, aylar süren çarpýþmalarda yarým milyon asker ölür, ama cephe topu topu 3-5 kilometre ilerlemiþ olur. Sonra Ýngiliz-Fransýz tarafý saldýrýr, yine yarým milyon adam ölür, ama alýnan mesafe yine bir kaç taþ atýmýdýr.
Yani onca muharebeye raðmen sonuç “sýfýra sýfýr elde var sýfýr”dýr. Arada milyonlarca insan topluca kýyýlmýþ olur sadece.
O devirde bu tabloya bakan mâkul bir insan, “Yahu, birbirinizi bu kadar tahrip edip sonunda yine baþa döneceðinize, baþtan hiç savaþmasanýza” diyebilirdi tabii. Öyle diyen savaþ karþýtlarý da oldu kuþkusuz. Ama pek etkili olamadýlar. Çünkü Avrupa’ya çok güçlü bir hamaset, tekebbür ve muzafferiyet duygusu hakimdi o zamanlar. Savaþýn her iki tarafý da “zaferin yakýn olduðuna” inanýyor, onun için durup durup yeniden taarruza geçiyordu.
Avrupalýlar, sonradan Avrupa Birliði’ni oluþturan barýþ, demokrasi, özgürlük, çoðulculuk gibi ilkeler üzerinde ancak böyle acý tecrübelerden geçtikten sonra uzlaþtýlar. Baþtan uzlaþsalar da birbirlerini o kadar boðazlamasalar daha iyi olurdu tabii kendileri için. Ama olmadý. Heyecanlarý sönene kadar burunlarý epey sürtüldü.
Bu kýssadan bize bir hisse çýkar mý peki?
Doðrudan çýkmaz, çünkü Allah’a þükür Türkiye’de silahlý bir çatýþma yok. Var olan tek vak’a, yani devlet-PKK savaþý ise çok þükür çözülme yolunda.
Ama þu sýralar bir tür “politik savaþ” yaþadýðýmýz da inkâr edilemez. Tarifini nasýl yaparsanýz yapýn, her iki tarafýný da çok tahrip eden bir mücadelenin orta yerindeyiz.
Benim tahminim, bu iþin sonucunda, bugün muzafferiyet bekleyen herkesin, “sýfýra sýfýr elde var sýfýr” sonucuyla ve muazzam bir tahribatla yüzyüze kalacaðý. O yüzden, “aklýn yolunu” þimdiden konuþmakta ve çaðýrmakta fayda var.
O yolun formülü ise bence þöyle bir þey olabilir:
- Türkiye’yi seçilmiþ hükümetler yönetir. Siyasi karar alma hakký, onlara aittir. Örneðin bir terör örgütüyle mücadeleyi de seçebilirler, müzakereyi de. Bu kararlara muhalefet etme hakký toplum ve medya için vardýr, ama bürokrasi için yoktur. Son kararý verecek olan da hükümetten sandýkta hesap soracak olan seçmendir.
- Ancak yargý erkinin, baðýmsýz ve tarafsýz bir güç olarak, hükümeti hukuken denetleme hakký vardýr. Bir yolsuzluk emaresi gören bir savcý, örneðin, buna karþý soruþturma açabilir. Ýktidar sahiplerinin bu þekilde hukuki denetime tabii olmasý, hem Batýlý demokrasinin hem Ýslam medeniyetinin temel deðerlerindendir.
- Toplumun tüm kesimleri, bürokraside, poliste, yargýda iþ bulabilirler. Ama iþlerini profesyonelce yapmaya mecburdurlar. Mezhep, cemaat, ideoloji dayanýþmasýyla örgütlenemez, devleti dar amaçlarýn aracý kýlamazlar.
- Dini cemaatler, devlet müdahalesinden korunmalý, sivil alan güvence altýnda olmalýdýr. Özel okullar, kurslar, hayýr kurumlarý serbest olmalý, farklý sivil giriþimler birbirleriyle hukuk içinde rekabet etmelidir.
Merak ediyorum; bu ilkelere itirazý olan var mýdýr acaba?
Yahut, bu ilkeler karþýlýklý kabul edildiði takdirde, mevcut çatýþmayý bitirmeye yanaþmayacak olan?
Ve eðer cevap evet ise, o halde biz bu kavgayý yine yaþýyoruz?