Sosyalistler resmi tarih mi sever!

Genel olarak solun; özel olarak da sosyalistlerin kendi resmî tarihlerini yazdıkları ve bu yazılanların hiçbir şekilde sorgulanmaması gerektiğine inanmaları, hayli tipik bir eğilimin ne denli geniş oranda paylaşıldığını gösterir.

r. Hikmet Kıvılcımlı ile Kemâl Tahir’in donanma davasıyla ilgili af dilekçelerini “Muhalif Sesler” adlı kitabımda yayınladığımda; ilginç bir tepki aldım. Bu tepkiyi bir yıl kadar önce yayınlanan “Resmî Tarihe Meydan Okuyorum” kitabımda dile getirmiştim. Bence üzerinde durulmasını gerektiriyordu; çünkü, her siyasî pozisyonun kendi ‘resmî tarihi’ni nasıl oluşturduğunu ve bunun bir ‘tabu’ halinde, asla tartışılmamasını talep ettiğini gösteren tipik bir örnekti.

Emin Karaca’nın eleştirisi

“Muhalif Sesler” kitabımın yayınlanmasından sonra “sol”dan bu dilekçelere yönelik iki eleştiri yazısı yayınlandı. Bunlardan ilki, Emin Karaca tarafından kaleme alınmıştı ve Haberrüzgârı adlı bir internet sitesinde yayınlanmıştı. Karaca, “Cemil Hoca’nın Niyeti” adlı yazısında (12 Şubat 2011); Kıvlcımlı ile ilgili belgeye değiniyordu. Aslında kendisinin Kıvılcımlı hakkında bir de kitabı bulunuyordu. Bu bakımdan benim yayınladığım Kıvılcımlı’ya ilişkin belgeye özel bir ilgi göstermesi tabiî sayılırdı. Fakat bu kısa eleştirisinde de, benim burada da pek çok yerde belirtmeye özen gösterdiğim gibi, bir siyasal/ ideolojik tutum göze çarpıyordu.

Karaca, yazısında; benim “1938’de tek-parti diktatörlüğünün faşist-militarist kliğinin birkaç komünist önderle donanmadaki sempatizan bir avuç er, erbaşa adalet adına yaptığı zulmün ayrıntılarıyla ilgili bazı bilgi ve belgeye ulaşmış” olduğumu “sanmış”… Hemen en baştan bu cümlenin tarihsel, siyasal ve ideolojik sorunlarına işaret etmeden geçemeyeceğim. Demek ki, Karaca, hâlâ solun genel olarak tek-parti dönemine ilişkin mitosunun taşıyıcılığını yapıyor. Yani, tek-parti döneminde bir “klik” var ve bu “klik”, “faşist ve militarist”… Bu analizin doğal sonucu, bir de ‘böyle olmayan’ bir “klik” olduğunu daha başından varsaymaktır. Var mıdır? Kimlerden oluşmaktadır? “Klikler”in kadrolarını kimler oluşturmaktadır? Elimizdeki tarihsel ve olgusal veriler, bu türden bir sonucu ve analizi haklı çıkaracak ne gibi veriler sunmaktadır? Sunmakta mıdır?

Bu soruların yanıtını vermeye artık hiç gerek kalmamıştır. Çünkü, Karaca, zaten bunların yanıtını bilmektedir; hatta yanıttan o kadar emindir ki, bu hususu açmaya bile gerek görmemektedir. Anlaşılan, o da, donanma davasının, solun genelinin inandığı şekilde, Atatürk’e rağmen, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın bir komplosu olduğu görüşündedir. Solun genel tutumu budur işte; zamanında yapılan bir açıklamayı nesiller boyunca hiç sorgulamadan ve yineleyerek sürdürmek…

Karaca beni şundan dolayı suçluyor: “Bula bula Başbakanlık devlet arşivinden donanma davasından çarptırıldıkları on beşer yıllık hapis cezalarını, Hikmet Kıvılcımlı ile Kemâl Tahir’in ‘T.C. Hükûmeti Başvekillik Katı’na yolladıkları ‘af dilekçeleri’ni bulup çıkarmış…”

Karaca’nın hayal kırıklığını anlıyorum; ben de arşivde çok daha heyecan verici ve Karaca gibi solcuların taleplerini içeren yeni yeni belgeler bulmak isterdim. Fakat elime geçen bilgiler bundan ibaretse, ne yapabilirim, ne yapabiliriz? Karaca’nın beklentilerine uygun olmayan bu belgeleri yayınlamamak daha mı doğru olurdu acaba?

‘Garip’ bir yaklaşım

İyi ama, Karaca’nın siyasal ve ideolojik bakımdan yakın olduğu Hikmet Kıvılcımlı’nın af dilekçesininin yayınlanmasından memnun olması gerekmez miydi acaba? Hiç olmazsa kitabının yeni baskısında, Kıvılcımlı biyografisinde, bunu da kullanabilirdi. Ama hayır; memnun değil… Bu memnuniyetsizliğin ardında yatan nedene göz atmadan, onu analiz etmeden de, bu tutumu anlamak mümkün olamaz. Şimdi sıra buna geldi: “Benim asıl tartışacağım nokta, Cemil Koçak’ın Kıvılcımlı’nın dilekçesini yorumlayışındaki bir gariplikti” diye başlıyor Karaca… Bu dilekçenin tartışılabilecek bir noktası olmadığını görmek için, kitabımda yayınladığım metne bir göz atmak yeterlidir. Sonuç olarak, Kıvılcımlı ile Kemâl Tahir’in af dilekçelerinin yayınlanmasının solun tarihine bir katkı olduğundan söz etmek daha uygun olurdu. Çünkü, ilk kez yayınlanıyordu. Ama hayır; Karaca, bu metinlerin yayınlanmasından rahatsızlık duymuşa benziyor. Çünkü, bu dilekçelerle hiç ilgisi olmayan bir şekilde; Kıvılcımlı’nın dilekçesinde sözü edilen onun bir kitabı hakkında bilgim olmadığına ilişkin satırıma, bu kitaptan nasıl olup da haberdar olmadığıma yönelik, âdetâ bir kınama yazısı muhtevasına sahip satırlarla, yazısının geri kalan yarısını doldurmayı tercih etmiş... Çok güzel; bundan sonraki baskıda Kıvılcımlı’nın bu kitabının yeni baskılarından söz edeceğim. Fakat Karaca’nın sıkıntısı, elbette benim Kıvılcımlı külliyatından bir kitabı bilmemem değil elbette; kendi deyimiyle “şeytanın yattığı yeri bilen” benim bu kitaptan haberdar olmamamı bayağı bir mesele yapmış yazısında…

Asıl mesele!

Elbette mesele, benim Kıvılcımlı külliyatının tamamına hâkim olup olmadığım ya da hangi kitaplarının hâli hazırda piyasada bulunduğuna ilişkin değil, Karaca açısından… Yazısının son satırında şöyle diyor açıkça: “Cemil Koçak, devamlı tarihçiliğinden söz ediyor; ama tarihî bir komünistimizi eleştirmekten de geri durmuyor. Niyeti üzüm yemek mi, bağcı dövmek mi? Başbakanlık arşivinde ele geçirdiği bir belgeyi ortaya koyup, yorumu okuyucuya bırakacağına, dilekçe sahibini muaheze etmeye ne hakkı var?” Evet, doğru okudunuz. Benim bu belgeyi yayınlamamı Karaca içine sindirememiş olduğunu bundan daha açık bir şekilde ifade edemezdi doğrusu… Kıvılcımlı’nın af dilekçesini yayınlamak, ne zamandan beri “tarihî bir komünisti eleştirmek”le özdeşleşti, bilemedim…

Karaca, bu kadar da ileri gitmek istemiyor aslında; bu belgenin ortaya çıkmasından rahatsızlığını şu kelimelerde belli ediyor: “Başbakanlık arşivinde ele geçirdiği…” Kendisi çok beğendiğini sandığım Kıvılcımlı’nın biyografisini yazarken de bu belgeden yararlanabilirdi. Başbakanlık arşivi herkese açık çünkü… Bu bakımdan arşivde bulduğum belgeler için “ele geçirdi” sözü, biraz tuhaf kaçıyor. Biraz da değil; bayağı tuhaf kaçıyor aslında… Zaten Karaca’nın bütün kitapla ilgili tek bir eleştirisi var; o da Kıvılcımlı ile ilgili olanı… Çünkü, kendisi açısından Hikmet Kıvılcımlı, “tarihî bir komünist”… Bu, tam olarak artık ne demekse? Bu sıfatın çünkü, bir yüzü de, ‘tarihî olmayan komünistler’in de bulunabileceği yönünde olabilir ancak… Karaca’ya göre, “tarihî komünistler” elbette eleştirilemez!

Tarihçiliğin başladığı nokta

İşte, ben elimden geldiğince bu tavrın yanlışlığını ve her siyasal kesimde ne kadar yaygın olduğunu vurgulamaya çaba harcıyorum. Sol açısından da, onların da kendi kahramanları var ve bunlar asla sorgulanmamalıdır ve eleştirilmemelidir. Sonraki nesillerin görevi, hatta tarihçilerin de görevi, budur; sadece “üzüm yemek”… Sanırım ben ‘bağcıyı dövenler’ kategorisine girmiş oluyorum. Her siyasal/ideolojik grup, kendi resmî tarihini ve kahramanını yaratıyor ve sonra bunu mitoloji hâline getiriyor derken; Karaca, bana bu iddiamda somut bir örnek vermiş oldu.

Son olarak, Karaca, bir adım daha atıyor; belgenin yayınlanmasına doğrudan karşı çıkamayınca; benim belgeyle birlikte yorumda bulunmama karşı bu tutumumu eleştiriyor. Ona göre, belgeyi yayınlayıp, yorumu okuyucuya bırakmalıymışım… İyi ama; tarihçinin görevi, sadece vesika yayınlamak değildir ki… Aksine, elindeki tarihsel bilgiyi yorumlamak, analiz etmek, değerlendirmek de onun aslî görevidir. Bu bakımdan, kendi yorumumu yapma özgürlüğümü de engellemeye çalışıyor, Karaca… Ben tarihçi olarak belgeleri de olduğu gibi yayınlıyorum; eğer okuyucu, benim yorumuma katılmazsa, orijinal metinden yola çıkarak, kendi kanaatini kolayca oluşturabilir zaten… Bu bakımdan Karaca’nın okuyucuyu yönlendirdiğim yolundaki şiddetli itirazına da ihtiyaç yok aslında… Okuyucuları kolayca güdülebilir bir kitle tanımına sokmak, benim harcım değildir!

YA BUNA NE DERSiNiZ?

İkinci bir “eleştiri”de, yine “sol”dan, solportal adlı internet sitesinde “Yankılanan Ses Kimin?” adında bir yazı yazan Galip Munzan’a ait... Bu yazıyı okumanızı öneririm. Böylece yeni kuşak “solcular”ın hâli pür meâlini daha yakından keşfetmek kolaylaşır. Yeni tarz “solculuk” da demek böyle bir şey…  Fakat burada da bir zihniyeti analiz etmek bakımından karşımıza iyi bir örnek çıkmaktadır. Bu nedenle bu fırsatı kaçırmamalıyız.

Yine baştan başlayalım: Tıpkı Karaca gibi, Munzan’ı da rahatsız eden husus; kendi ifadesiyle, kitabın “komünistlere geçerken gol atma denemesi”dir. ‘Neden böyledir?’ diye soracak olursanız eğer, yazar, bize bu konuda şu açıklamada bulunacaktır: “Cemil Koçak, geçelim 1970’lerin CHP’sini, 1930’ların CHP’sini sol ile bağdaştıran hangi ciddî akademik iddiaya rastlamıştır da, şimdi CHP’nin ‘solla olan ilişkisini yeniden düşünme ihtiyacı duymaktadır’ bilemiyoruz.” Yazarın bu ifadesi, zaten gelmiş geçmiş akademik dünyada CHP’yi ‘sol’ olarak tanımlayan yazarlar arasında hiç kimseyi  “ciddî”ye almadığının açık bir göstergesi olarak kabul edilmelidir! Demek şimdiye kadar CHP’nin sol olduğunu hiç kimse iddia etmemiş; öyle mi? Munzan’ın bu yazdıklarının “akademik dünya” bir yana; günümüzde bile “sol dünya”da ciddîye alınmadığını duymak isterdim doğrusu!

Ama devam edelim: Munzan da, bu aşamada Karaca’yı yardıma çağırıyor ve onun yazısına atıfta bulunma ihtiyacını hissediyor. Şimdi Munzan itiraf aşamasına geliyor; bakalım onu rahatsız eden “tarih bilgisi” neymiş, bir görelim; şöyle yazıyor: “Koçak, siyasî hattı ortada olan bir komünisti, donanma davasının ne olduğunu anlatma gereği bile duymadan ‘CHP’ci, ‘Millî Şefci’ ilân edivermektedir.” Buradaki itham, af dilekçesinden ortaya çıkan sonucun kitabımda yer bulmasından ibaret… Fakat Munzan, işi burada bırakırsa, kendisinin töhmet altında kalabileceğinin de farkındadır. Çünkü, şöyle devam etmek ihtiyacını hissetmiş -tıpkı Karaca gibi-: “Demek istediğim, bunların gizli kalması gerektiği değil…” Elbette! Zaten bir “solcu”nun bazı tarihsel belgelerin gizli kalmasını istemesi, fecî olurdu doğrusu…

Sonra bir adım daha atıyor Munzan: “Kastım, yapılan çalışmanın tarihsel gerçekliğe katkı koyması, onu bozmamasıdır. Ancak böyle bir beklenti, Cemil Koçak’ın konu ile ilgili bilgi düzeyini bir hayli aşmaktadır.” İşte, bu satırlarda Munzan aslında kendini aşmaktadır. Demek ki, böyle bir belgenin ortaya çıkması, tarihe “katkı” sunmuyor; hatta Munzan’ın imâ ettiği gibi, onu bozuyor da! Burada sadece bir “tabu”nun bozulduğundan söz etseydi, daha gerçekçi davranırdı. Benim solun/sosyalistlerin kendi tarihlerine olan siyasî/ideolojik yaklaşımlarına ilişkin yazdıklarımı kanıtlamam için bu iki yazı yeterlidir sanırım.