Sudan'daki kanlı ‘iktidar boğuşması' da, Müslüman dünyasının ‘iç-kanama'sıdır

Bizdeki efkâr-ı umûmiyenin, kamuoyunun dikkati, 14 Mayıs'ta yapılacak olan seçimlere kenetlenmişken, dünyayla, hele de Müslüman dünyasının bir bütün olarak algılanması gereken bedeninin diğer sancılarıyla hiç ilgilenmiyoruz.

Böyle olunca da, bizim bulunmadığımız, ilgilenmediğimiz terlerle veya konularla başkaları ilgileniyor. Tabiat, boşluk kabul etmiyor.

Bu yüzden, İslâm'ın Şiî yorumunu resmî siyaset olarak temel yapan İran'la, yine İslâm'ın Vehhabî yorumunu resmî siyasetine temel alan Suûdî' rejiminin yarım asra yaklaşan ve birbirleri aleyhine nükleer güç hazırlamak peşinde olan düşmanlığını sona erdirip, onları barıştıran gücün, Çin Devleti değil; bizzat Tayyib Bey'in şahsı olmasını isterdim, diye yazmıştım, 13 Mart 2023 tarihli makalede. Çünkü o gibi uzlaşmalar sadece Müslümanlar eliyle sağlandığında şifâlı bir tedaviye dönüşürdü.

*

Aynı şekilde, şimdi de, Sûdan'daki büyük kanlı boğuşma, Sudan'la Çad arasındaki Darfur bölgesinde 15-20 yıl öncelerde başlayan isyanı bastırmak için, General Ömer el'Beşîr zamanında kurulmuş olan 'Hızlı Destek Gücü' denilen ve General Muhammed Hamdan Dagalo komutasındaki 'Özel Harb Ordusu' ile; 2019'da, Ömer el'Beşir'in 30 yıllık iktidarına son veren, General Abdulfettâh el'Burhan komutasındaki merkezî ordu, (yani, iki ayrı iç ordu arasındaki) kanlı iktidar boğuşması, sivil halkın yaşadığı başkent Hartum, Omdurmanve diğer yerleşim bölgelerinde kanlı şekilde başlar başlamaz, gönül isterdi ki, başkent Hartum'a Dışişleri Bakanı Mevlûd Çavuşoğlu gönderilsin ve o korkunç yangını söndürmek için devreye girsindi.

Daha da ilginç olan şu ki, Sûdan halkının seçimiyle iktidara gelmiş olan Sâdık el'Mehdî'yi 1989'da bir askerî darbe ile deviren General Ömer el'Beşîr'in 30 yıllık askerî iktidarını işbu General El'Burhan ve General Dagalo birlikte devirmiş, iki eski arkadaş idiler. Bu iki eski arkadaşın Darfur İsyanı'nı sivil kitleleri korkunç şekilde öldüren 'Cancavid' denilen 'pan-arabist' milis güçlerini de teşkilatlandırdığı bildiriliyor.

Almanya'da yaşayan ve 30 yıl öncelerde beri tanıdığım Sûdan'lı bir mühendis dostum, 'Eskiden Sûdan'ı emperyalistleri karıştırıyor derdik. Ama şimdi, halkımızın asıl korkusu, bu kanlı boğuşmayı durdurmak konusunda devreye hiç bir dış gücün girmemesi. Eğer öyle birileri olsaydı, en azından kendi menfaatlerine göre bu kanlı boğuşmaya müdahale edebilirlerdi.' diyor.

Evet, acı bir bekleyiş. Yangından bir şeyleri kurtarmak çırpınışı.

Bu iç savaştan kaçan 5 milyona yakın perişan kitleler, Sûdan'ın kuzey komşusu Mısır'a sığınmış vaziyette, bizim dünyamız sağır. Bu büyük boğuşma ve faciaya, kardeşçe el uzatmak durumunda, yine de 'Erdoğan Türkiyesi'dir ve vakit henüz de tamamen geçmemiştir.

Doğu Afrika ülkeleri arasında, bir yüksek tahsilli kitlelere sahib olmak açısından bir hayli gelişmiş olan yaklaşık 48 milyon nüfuslu Sûdan'dan gelen haberlere göre, hapiste olan Ömer el'Beşîr'in bir hastahaneye nakledildiği, o döneme aid yüzlerce o eski ordu mensubunun zindanlardan kaçtığı ve hele de El'Beşîr'in Yardımcısı Ahmed Harun'un kaçmış olması yarınlarda tabloyu daha da değiştirebileceği ihtimalini güçlendiriyor.

Evet, bedeniminiz bir tarafında büyük yangın var da, bütün beden acı çekmezse, ortada bir uyuşmuş veya ölmüş uzuvlar var demektir.

*

Hatırlayalım, 1860'larda, Orta Afrika ülkelerinden Nijer'de iki büyük Müslüman kabile yıllarca kanlı bir boğuşmaya girip de, bu savaşın sonunun gelmeyeceğini idrak edince, 'İstanbul'da Halifemiz var, ondan yardım isteyelim, onun temsilcileri her ne derse, kabul edeceğiz' diye sözleşirler ve bir heyet gönderirler İstanbul'a.

Sultan Abdulaziz'in temsilcilerinden oluşan bir ulemâ heyeti, tarafları dinleyip hükmünü açıklayınca, yıllarca devam eden 'iç savaş' sona erer ve barış yemekleri yenilir. Dahası, Nijer'de erken çocuklara hâlen de, o barışın bânisi şerefine, büyük çapta Abdulaziz ismi verilmektedir.

*

Ve...

Müslüman coğrafyasına hançer saplanışının bir yıldönümü...

İsrail rejimi, 75. yıldönümünü kutlamış, 25-26 Nisan günlerinde.

Bu nasıl iş?

Siyonist Yahudi lider (eski Osmanlı vatandaşı İstanbul Yahudilerinden) David Ben-Gurion'un iki bin yıldır varlığı hayal edilen bir Yahudi devletinin mevcudiyetini dünyaya ilân edişinin tarihi, 14 Mayıs 1948'de değil miydi?

Hayır, hayır; bir yanlışlık yok. Bu kutlamalar, (biz Müslümanların bazı ibadetlerinin Oruç, Hacc gibi bazı ibadetlerinin belirlenmesinde kullanılan) 354 günlük (qamerî) ay yılını esas alan İbranî takvimine göre hesab ediliyormuş ve bu yıl, bu yıldönümü, 25 ve 26 Nisan'a denk gelen İyar ayının beşinci gününde gerçekleşmiş.

Aslında, Osmanlı Devleti'nin hâkimiyetinde 400 yıl kalan Filistin, 1917'de, İngiltere düşünce, İngiltere Dışişleri Bakanı Arthor Balfour'un yayınladığı bir beyannameyle, Yahudilerin Filistin'e, -binlerce yıl öncelerdeki- atalarının vatanlarına dönmeleri çağrısını yapıp, başkasının topraklarını başka bir halk kitlesine peşkeş çekince, yine İng. emperyalizminin silâhlandırdığı bir kısım Siyonist Yahudiler Filistin'e gelmeye başlamışlardı. Osmanlı, yenik olarak çıktığı savaş sonrasında can çekişiyordu ve yüzlerce yıldır Müslümanların yaşadığı o coğrafyada da artık bir devlet otoritesi yoktu.

Filistin'deki yerli Müslüman halkın gençleri yine de bir direniş sergilemeye çalışıyorlardı; özellikle de İzzeddin el'Qassâm liderliğindeki mücahidler, Şeyh Qassâm'ın 1936'da şehid edilişine kadar esaslı bir direniş sergilemişlerdi. Ve İkinci Dünya Harbi, Hitler Almanyası'nın ağır yenilgisiyle noktalanınca, özellikle Almanya'da ağır zulümler görmüş olan Yahudilere, , onların çektikleri acıların bir karşılığı olarak savaşın gaaliblerince Filistin'de bir devlet kurmalarının 'yeşil ışığı' yakılmış ve bunun için gerekli maddî ve silâhlı destekler sağlanmıştı.

Sonrası mâlûm.

Devlet olarak mevcudiyetini ilân edişinin ilk 3-4 saat içinde, Birleşik Amerika ve Sovyet Rusya bu yeni devleti resmen tanımakta birbirleriyle yarışmışlardı. Ve halkı Müslüman ülkelerin rejimleri arasında, İsrail'i ilk tanıyan ülke de, o günlerden 30 yıl öncelerde, 400 yıl Filistin'le bir bütün halinde, tek devlet olarak yaşamış olan Osmanlı'nın -diplomatik açıdan- takipçisi olan Türkiye idi ve Mart-1949 sonunda gerçekleşmişti.

Ama ilginç olan şu ki, binlerce yıl devletsiz- vatansız, ordusuz, kahramansız olarak dünyanın her bir tarafında dağınık ve Hristiyanların ağır baskıları altında ve 'getto'larda yaşamış olan Yahudiler, inanç değerlerini yitirmemişler ve hattâ binlerce yıl, resmî yazı dili olmayan İbraniceyi resmî dil ve -tıpkı, Arab alfabesi gibi, sağdan sola doğru yazılan- İbrî alfabesini de resmî alfabe olarak diriltmişlerdi. Bazı Müslüman toplumlara ise, emperyalistlerin de desteğiyle, kendi inançlarının alfabesi zorla, zorbaca yasaklanırken.

Ders alınması, üzerinde düşünülmesi gerekli bir tarih kesiti.

*

Bu vesileyle şunu da ekleyelim ki, Siyonist Yahudilerin dünya çapında etkili oldukları medya organlarında, Rusya'dan AB ülkelerine ve hele de Amerika'da, yani Hristiyan toplumlarında giderek artan bir 'anti-semitizm (Yahudi düşmanlığı)' dalgasını yükselmekte olduğu derin bir endişe olarak dillendirilmekte. Hattâ bazı Siyonist Yahudi öncüler, 'Amerika, Rusya veya AB ülkelerinin Hristiyan toplumları savaşlarda yenilseler bile, savaşlarını yine sürdürürler; ama Yahudilerin yenilmeyi göze alma lüksleri yoktur, çünkü yenildiğimizde yok oluruz.' demektedirler. Üstelik de, bütün emperyalist güçlerin, İsrail rejimini korumakta, kendi ülkelerini korumaktan daha hassas olduklarını, bütün Siyonist güç odakları da bildikleri halde.

*