'Sultanbaba''

1904-1991 yıllarında yaşamıştı Hacı Ali İhsan Tamgüney Efendi, halkın tabiriyle ''Sultanbaba''. Geçtiğimiz gün ahirete irtihalinin yıldönümüne davetliydik. Talebeleri vakıf kurmuşlar, evladı sayın Hüseyin Tamgüney, yüzü tam anlamıyla babasına benzeyen haliyle, hem irşad hem vakıf yönetimi işlerine devam ediyor. Kendisini ziyaret ettik. Bizlere ölümü hatırlatan kısa bir hasbıhal eyledi. Vaktimizin dar olduğundan, son nefeste herşey tüm hakikatiyle bize açılmadan evvel uyanmamız gerektiğinden, kendimizi boş işlerle oyaladığımızdan, hayatı israf etmememiz gerektiğinden söz açtı...  

''Yaz gecelerinde bulutsuz gecelerde yıldızları nasıl görürsünüz... Ne kadar da çoktur gecenin içindeki yıldızlarlar ve ne kadar da güzedirler. İşte bir vasıta olsa da göklere çıksak, yeryüzünü yukarıdan seyretme imkanımız olsa... Emin olun, gökyüzünü ışıtan yıldızlar gibi, yeryüzünde de öyle parlayıp duran yıldızlar vardır... Onlar, Allah dostlarıdır. Onlar yıldızlar gibi yol gösterirler''  dedi.   

Bendeniz bu haberden sevinç duydum. Demek ki yalnız değiliz dedim. Bütün eksikliklerimiz, hoyratlıklarımız, nefsani arzularımız, hırslarımız, karanlıklarımız, ümitsizliklerimize rağmen demek ki yalnız değilmişiz dedim.    

Asrımızın en büyük sorunlarından olan yalnızlık ve hüsran öyle zannediyorum ki ancak hakiki dostluklar ile yatıştırılabilir. Modern dünyadaki insanın, altyapıya dair sağlanan tüm hizmetlere, teknolojik kolaylıklara, artan hayat kalitesine rağmen, güveneceği bir dal kalmamış gibidir. Herşeyin maddiyatla, stratejiyle, hesap-kitapla, güçle, menfaatle ilişkilendirildiği çağımızda, ciddi bir itimat sorunu var...  

''Sultanbaba''yı üniversiteli günlerimizde zaman zaman ziyarete giderdik. Oradaki sessiz kadınlar kalabalığı, binbir derdini yüklenmiş, hiç kimselere dökemediği kederini, danışacağı meseleyi, maddi veya manevi sorununu, gördüğü göremediği rüyayı, içtenlikli bir şekilde kalbini açarak anlatabileceği bir sekinet denizinin kıyısına geldiğini gayet iyi bilirdi. O bir himaye deniziydi. Galiba o vakitler bu kadar çok psikolog da yoktu, ailevi meselele büyük küçük demeden derhal zabıtaya taşınmazdı... Oradaki garip gureba, getirdiği dert çıkınına bir kere daha bakar, ''ihvan'' veya ''derviş'' dedikleri diğer muhtaplarının devasa dertlerini görünce akıllarını başlarına toplardı. Yoksula, talebeye, yolcuya, muhacire, dula, yetime, güçsüze kol kanat germeyi sosyal sorumluluk gibi bir mesafeyle değil ferdi yaşama biçimi olarak görmeyi öğrenirdi insanlar bu küçük dergahta... Devletten, belediyelerden yardım destek almak yoktu o günlerde. Dayanışma vardı ama paylaşma vardı. İnsanlar burada, dünyada ve ahirette arkadaş olmanın anlamını öğrenirdi. Başkalarını düşünmeyi, başkalarını merak etmeyi öğrenirdik, zaten bu başkaları da başkaları değildi, kardeştik biz çünkü, büyük bir aileydik, İslam Alemi... Bize Kudüs'ü çok anlatırdı, Resulullah'ın (s) bir emanetidir derdi. Yüreği Afgan mücahitleriyle birlikte atardı.

Herkes yaralıydı, hepimiz yaralıydık ama sanki az evvel buradan Resulullah (sav) geçmiş gibi veya birazdan içeri girecekmiş gibi ismini koyamadığım bir sevinç, bir kalp ferahlığı, kalp hafifliği, sükunet... 

Bugünkü nobran dil, sünneti ve tasavvufu hakir görüyor. Veya tasavvuf adına kötü bir takım örnekler sahne alıyor. Bizim yalnızlığımız giderek artıyor kesifleşiyor. Bulutların içine çıksam ve oradan yeryüzündeki yıldızlara baksam, neredesiniz desem, yorulduk desem, yetim kaldık desem...