‘T A Y Y İ P’

Türkiye siyaset tarihinde ondan başka ön adıyla çağrılan başka bir devletli bilmiyoruz...

Atatürk var İnönü, Bayar, Menderes var, Ecevit, Demirel, Türkeş, Erbakan var... Çiller var Özal var... Hepsi de soy isimleriyle hafızalara kaydolmuş liderler... Bir tek o...

İçimizden birisigibi hissettiğimizden mi, kendi küçük hikayemizden onun küçük hikayesine uzanabilen benzerlikler bulduğumuz için mi, politikanın bahşettiği tüm dokunulmaz mesafelere rağmen, her seferinde dokunabileceğimiz birisi de bu yüzden mi, bilmiyorum...

 İsmiyle hitap edilebilen tek lider.  

Halkın, medyanın hatta muhaliflerinin de en az sevenleri kadar, içten, pazarlıksız, sahici bir şekilde ismiyle çağırabildiği bir lider... Sanki aynı mahalleden, aynı sokaktan çıkıp yetişmişsiniz gibi, sanki aynı liseden, aynı cami avlusundan, aynı berberden, aynı kahvehaneden, aynı çarşı pazardan geçmişsiniz gibi... Ortak hafıza, ortak hatıralardan neşet ediyor.

* * *

Onu bizle kader ortağı kılan “memleket” hikayesini önemsiyorum. Bu duygusal haritada, birbiriyle iç içe geçmiş küçük pek çok hatıranın, varolma gayretiyle karılmış harcından çelikten bir hafıza çıkıyor zira. Ki yeryüzüne has zaman kuvantumu nazarından bakacak olursak, pekala da kısa sayılabilecek 1000 yıllık gibi kısa bir özgeçmişte, hep yürüyüşlerimiz, hiç durmadan hep yürüyüşlerimiz kurmakta o varoluş belleğimizi...

Bizi diken üstünde kılan o hiç aklımızdan çıkmayan 1000 yıllık korkularımız... Terk etmek zorunda kaldığımız eski ve buzlu steplerde yaralı kalmış fitarihimiz... İtiraf etmesek de gizli gizli hep içimizde saklı “kızıl elma”larımız... Hz. Muhammed (s)aşkımız ve gurbet ateşini kalbimizden hiç kaldırmayan aziz Ehli Beytin hatırasıyla yoğurduğumuz İlayı Kelimetullah bilgisi... Kim, nerede ve ne zaman bu elbiseyi biçip de sırtımıza giydirdiyse “cihad- ı umumi” fedaisi olmaya raptedilmiş kişiliğimiz... Ve tabii bir türlü dertten beladan kurtulamayan garip başlarımız... Hiç vazgeçemediklerimiz kadar bitimsiz meraklarımız, hep Batı’ya hep Batı’ya koşan sabırsız atlarımız, hep tetikte bekleyen “su uyur düşman uyumaz” saplantımız, Maveraünnehir’den obalar halinde çıktığımız günlerden beri sırdaşımız olan sıradağlar, nehirler ve yıldızlarla kurulan gamlı talihimiz... Huzursuz bir küheylana benzeyen “Türk”ün kaderi, akıncılığa yazılmıştır, neferdir o... Tüm bu paramparça ve kırık hatıralarından kurduğu varoluş hafızasında, Ergenekon’u terk ettiği günde başlamış coğrafyasızlığından nihayetsiz coğrafyalara feda edilmiş o sürgünlere has bahtında, değişmez bir yazgıdır: Yalnızlık...

Ben Tayyip Erdoğan’ı dinlerken, 1000 yıllık bir nehrin kenarından işitiyorum onun sesini... O şaşalı kalabalıklar içindeki yalnızlığını... Yüksek özgüveni, gayreti, çalışkanlığı, gayesi kadar, öfkesini, kederini, hüznünü, en muktedir olduğu anlarda bile bitip tükenmek bilmeyen sürgün ve isyan dilini... Bin yıllık zaman nehrinin kıyılarından işitiyorum... Adalet, vicdan ve merhamet bekleyenlerin umuduyla işitiyorum kendisini...  

*  *  *

Davet edilen gazeteciler arasında değildim. Bu yazıyı en güçsüzlerin, en görünmezlerin arasından, tayin, terfi, ihale işi olmayan en zayıf halkanın içinden kaleme aldım. Cumhurbaşkanlığı adaylık toplantısını, bir devlet hastanesinin nice kederlerle beli bükülmüş yüzlerce hastası arasından seyrettim... Çoğu ölümden kıl payı geçmiş hastalarla, onların mahzun refakatçileri arasında, her yaştan garip gurebanın, fakir fukaranın nasıl bir gayretle koğuşlardaki televizyonlara kilitlenerek, ona nasıl bir ümitle baktıklarının şahidiyim...

Bu bakmalar... Bu gözlerini dikip hiçbir söz söylemeden, hiç beklentisiz, hesapsız, sahici bir inançla bakmalar var ya... Bu nazar,bu umut, bu varolmaya dair sımsıkı tutunuş, garibin gözünü dikip de yutkunarak bakması var ya...

Tayyip Erdoğan’ın kişisel öyküsünü, “biz”leştiren sırrı fısıldıyor... Seksen yaşında işçi emeklisi  hasta yakını bir amcanın oruçtan çatlamış dudaklarının dediği gibi: “Allah senin de bizim de yardımcımız olsun Tayyip...”