‘Taak’

Yenikapı Mevlevihanesi’ndeki meşke dair haber ve davet gelince, emir demiri kesti yola koyulduk... Yenikapı Mevlevihanesi 1598’de kurulmuş, 1925 yılında Tekke ve Zaviyeler kapatıldıktan sonra öğrenci yurduna dönüşmüş, 1999’daki büyük yangından sonraysa uyuyakalmış... 2009’da ihya edildi, bugün Medeniyetler İttifakı Enstitüsü olarak uyanmış vaziyettedir. Sislere bürünmüş bir İstanbul akşamında Binnur Feyizli’yle Asitane’nin kapısındaydık işte.

Hiç kızmadılar bana. Erken geldin kapıyı açmayız demediler. Soğuktur, içeri buyurun, çay içer misiniz dediler. Fatih Çıtlak Hocamızın davetlisiyiz, meşk varmış deyince... “O kapıya” dediler. Sanki buhur yakılmış, sanki az evvel bir bebek gelmiş dünyaya da tarçınlı şerbet dağıtılıyormuş gibi, hayret baygın bir gül kokusu da var, hem kundak hem kefen taş basamaklı kapının önünde, kurutulmuş çiçeklerin rayihası. Tevhidhane kısmıymış, mahcubiyetle ayakkabılarımı derhal çıkarmak isteyişime gülümsüyorlar, “siz misafirsiniz,ancak dervişler yalınayak gezer” diyorlar. Kapının hemen sol tarafındaki yeşil giysili sandukaları görünce irkiliyorum. Birer yargıç gibi dimdik, vakurla ve Allah’ı hatırlatan duruşlarıyla bakıyorlar altın yaldızlı parmaklıklar arkasından sanki... Rüya gibi bir yeşil, loş ışıklar altında “öbür dünya”dan haberler fısıldıyor...

Fatih Çıtlak Hoca, Mesnevi’den bahisle okuduğu beyitleri, Kur’an ayetleri ve hadisler eşliğinde açarken, sanki önceden anlaşmışız gibi, kalbimdeki sorulara cevaplar veriyor. Genele konuşuyor ama herkes kendi özelinde nasihatleniyor. Sohbetini sırlandırınca dervişler çıkageliyor.

Birer alçakgönüllü mum gibiler siyah uzun hırkaları içinde, elleri omuzlarında bağlı. Sanki “bu başlar bize emanet” dermişçesine, yere eğik nazarlarıyla parmak uçlarına basabasa... Kızıl postun üstünde duran reislerini, Güneş’i selamlayan yıldızlar gibi tek tek selamlayarak kendi ak postlarının üzerlerine sessizce çöküyorlar. Kuranı Kerim okunuyor, Naat’ı şerifle Hz. Peygamberimiz(s) selamlanıyor. Siyah hırkalarını çıkarınca bembeyaz pervanelere dönüşüyor dervişler. Onlara gözlerimi dikerek bakmaktan haya ediyorum, bazılarının rengi uçmuş, benzi küle dönmüş, nasıl bakarım bu aşk aynalarının simasına, gözüm yerlere düşüyor...

İşte tam o esnada... “TAAK!” diye bir sesle irkiliyor herkes... Secde edercesine yüzüstü yere kapanıyor dervişler... O hali anlatamam size, sanki canımdan can uçuyormuş gibi geldi. Sanki ölmüşüm de kabre yatırmışlar beni, kalkmak doğrulmak istemişim de alnım “TAAK!” diye çarpıvermiş tahta merteklere... Ellerimle ağzımı kapatarak zoraki bastırıyorum kalbimden “HAK” diye kopan çığlığı. Ve dervişlerle birlikte önce ölüp, ardından da uyanıyormuşum gibi, bir gözyaşı devranına kapılışım...

Az evvel birer mum gibi duran aşıklar, aldıkları destur üzerine, birer aşk çarkına evriliyorlar. Yeni açan bir lale gibi kalplerinden fışkıran elleri göklere yükseliyor. Sonra sağ el, yağmuru beklercesine göğe açılırken, sol el dalları yere eğik bir ağaç gibi toprağa çevriliyor. Ve çark... Çarkıfelek döndükçe dönüyor, selam selam içinde, selam selamın etrafında pervane...

Ney sesiyle yanıp kavrulan bir çiçek yaprağı gibi göklere savruluyor insan, Kudüm sesiyle taak! diye yere çivileniyor ardından. Meşk boyunca yerle gök arasında gittik gittik geldik. Son selam kısmındaysa harikulade bir yağmur yağdı sanki.

Biz Kur’anı yüzünden okuyan avam kısmındanız. Ellerimiz nasırlı, sırtımız yük taşımaktan kahırlı. Kuranı Kerim’in hakikatine, Tevhide, Resulullah(s) sevgisine, Mümince kardeşliğe, İnsanca davete dair sabırlı bir tertip gerek. Özümüz topraktır bizim, şimdiyse insan olmak devridir, bu toprağın ruhuna ermek için.”Hz. İnsan”ı bulmak için Edep Kapısı’nı çalmak gerek. 

Tık tık tık... Kapıyı açar mısınız? Canımızı satmaya geldik, ah ki alan bulunmaz. Güzeli herkes alır. Kötüyü, eksiği, sabırsızı, hoyratı, lakin mahçubuysa, kim alır? “Kimsenin makbul bulmadığı şu garipler de bizim olsun” diyecek bir Kapı’yı sorarız.