Tanklar Kabe’ye dayanmadan evvel...

Yenişafak’tan İbrahim Karagül Bey’in son yazısı, 100 yıllık bir Ortadoğu hesaplaşmasının son kıyılarını güncelliyordu. İran ile Türkiye’nin Suriye Krizi sonrasında yaşadıkları uyuşmazlıkların “tehlikeli biçimde derinleşmesi”ni kritik eden önemli bir yazıydı. Derinleşen tehlikenin sonucunu,kopuş bu şekilde giderse, tankların Kabe’ye dayanması gibi bir kabusla resmeden yazısı İbrahim Bey’in... Belki kötümser bulunabilir ama uyarılarla yüklüydü. Her birimiz için...   

Hatırlayalım...

1- Kızıl Kuşağın Sovyetik yükselişinin tükenip, Doğu Blokuna has duvarların tek tek yıkılmasından itibaren, yeni düşmanın rengi “yeşil” olarak belirlenmişti. İslam toplumlarını, yeni ve nihai “öteki” olarak işaret eden bu son refleksin, kendisine dövüş mekanı olarak seçtiği mekan; “Ortadoğu”merkezli ve fakat Afrika ve Asya uzantılı, enerji kaynaklarını, deniz ve hava ulaşım istikametlerini de takip eden bir seyirdedir.

Ama bu kadim coğrafyayı yeniden kalp atışları mesabesine taşıyan başka bir kader daha var.

2- Harran/Şam/Filistin/Hicaz/Fırat/Dicle/Nil üzerinden gerilmiş bu bereketli ve esnek yay, dünyanın ve insanlığın medeniyet tarihine has ilahi sahnenin kendisidir. Yerlerle gökleri birbirine bağlayan “kutsal”a dair “ana eksen” buradan boy atmıştır. Burası “ana harita”dır. İbrahim Peygamberinkendisi gibi peygamber olan oğullarının yurdudur bu coğrafya. Merhameti, alçakgönüllülüğü ve teselli vericiliğiyle namlı Son Elçi (s) buradan konuşmuştur...  

***

Karagül ve dış politika mütehassısı pek çok yazarın stratejiler bağlamında dünya dengelerinin ritmini takip eden, bir kısmıyla gazetecilik, istihbarat, bir kısmıyla diplomatik uzmanlık bağlamında “inşa”ya yönelik öngörüleri, politikanın içindeki işlevselliğini deneyerek göreceğimiz meselelerdir...

Benim bu tartışmadaki çekincelerime gelince, siyasetin bir şekilde “kutsal” ile temasında ortaya çıkan/çıkacak yüksek gerilimle ilgilidir.

Daha evvelki yazılarımda Amerikan dış politikasına hakim Neo-con inşaatın ve Evanjelist tavrın, Ortadoğu’da yol açtığı ağır ve kanlı bilançodan defalarca kere şikayetle bahsetmiş birisi olarak... Mistik, anjelik zırhlarla tahkim edilmiş bu politik miğferleşmenin aslında tam tersine ne kadar da dünyevi hırslarla dolup taştığı gerçeğine dikkat çekmek istiyorum... Allah ondan ve annesinden razı olsun, Meryem oğlu İsa Peygamberi, petrol savaşı için ikon düzeyine indirgemek, onu kutsamak değil, kolunu kanadını kırarak belki yeniden çarmıha germeye kalkmaya denktir... Hz. İsa’yı rahat bırakmaktan söz ediyorum.

Karagül’ün yazısına dönecek olursak, hepimizin de içinin titreyerek, gerçekleşmemesi için dua ederek, bin destur’la uzaklaştırdığımız halde öngörmekten de imtina edemediğimiz mezhepler, meşrepler kavgası hadisesi mühimdirOrtadoğu’ya 100 yıl aradan sonra yeniden dizayn vermeye azmetmiş dünya muktedirlerinin, İslam’ı İslam’la savaştıracak ve üstelik bunu kutsal giysisine büründürülmüş bir mantelite ile teklif ediyor oluşları, ciddiyetle ele alınması gereken bir meseledir. Bu konuda Neo-conların Ortadoğu yerli halklarını domine edici tasarruflarına karşı uyanık olmak gerekiyor elbette...

Ama Karagül’ün mezkur yazısında resmettiği kaos, sadece Amerikan yeni mistiklerinin çabalarından ibaret bir diplomasi inşaatına mı işaret ediyor? Biz kendi hallerimize bakmak, kendimizi de gözden geçirmek zorundayız.

Diplomasiye, siyasete giydirilmiş kutsiyetler, sadece Hıristiyan/İslam, Tevrat/Kur’an karşıtlığını kurgulayan, baş edilmez epikliğiyle bu karşıtlığı görkemli, şerefli bir savaşım haline getiren süreçleri tetiklemiyor... Giderek Sünni/Şia karşıtlığı üzerinden kurgulanan hatta kutsanan, benzeri bir gerilimin, “ana harita”yı kan revan eyleyecek bir fay hattına gittiğini görmek zorundayız...

Başrollerini Suudi Arabistan ve İran’ın çektiği bu tehlikeli restleşme anaforuna hızla yaklaştırılmak istenen Türkiye, bunca ağır yükünün altında dalgakıran rolünü üstlenebilecek mi? Üstelik Suriye vahşetine pervasızca katılan mevcut İran yönetiminin tüm sabrı zorlayan siyasetine rağmen... Suudi Arabistan’ın Mısır’daki darbecilere verdiği açık ve feci desteğe rağmen...       

Çıkış yolumuz nedir? Diplomasi uzmanı değilim. Ama kutsal ile olan temasımızın keyfiyeti hepimizin sorumluluğudur. Kutsalı reddetmeden ve onu kendi menkulümüz haline de getirmeden... Onu rahat bırakarak. Dünyevileştirmeden. Metalaştırmadan. Kan dökücü ve bozgunculuk çıkartıcı işlerimize alet etmeden... Yeniden tevhidi bir çağrıyı güncellememiz gerekiyor. Bu işi günlük siyasetin ve dönemsel diplomasinin ötesinde, daha temelden, itikaden ciddiye almamız lazım...

Sünni ve Şia entelektüel çevrelerinin, hikmet ehlinin, kanaat önderlerinin, sanatçıların, üstadların acilen telif edici, buluşturucu, tevhid ve barış esaslı bir dil imkanı kurması gerekmiyor mu?