‘Tarafsız ve bağımsız’ olmak yargıya yeter mi?

Dünkü (27 Ocak) tarihli Star gazetesi yazımda Türkiye’nin içinden geçtiği devlet krizinden, umarım minimum zarar tespiti ile sonuçlanır, kalıcı, geri dönüşsüz bir biçimde kurtulabilmesi için iki konunun çok önemli olduğunu belirttim.

Bunlardan birincisi AB süreci, ikincisi ise nitelikli bir hukuk, yargı sistemi.

Bugünkü yazımda, dün belirttiğim gibi, nitelikli bir hukuk, yargı sisteminden ne anlaşılması gerektiğini açmaya çalışacağım.

Malum tartışma, 28 Şubat anlayışı yargının bağımsızlığı konusunu öne çıkardı.

2007 senesinde yaşanan o tuhaf 367 tartışması ile birlikte hukuka, yargıya ilişkin tartışmalar bir kez daha ön plana çıktı, yargının iyi tanımlanmamış tarafsızlığı konusu bu kez öne çıktı.

Bizim ülkemizde, askeri vesayetin tavan yaptığı senelerde, yargı evrensel hukuktan değil, devletten, bir anayasa’da olmaması gereken ama Kenan Evren Anayasasında maalesef ifadesini bulan bir yerel ideolojiden yana taraf oldu.

TESEV’in çok önemli bir araştırmasının ortaya koyduğu gibi, devletin çıkarları ile evrensel hukuk ilkelerinin çelişebildiği bir dosyada yargıçlarımızın çok önemli bir bölümü bir şartlı refleksle devletin çıkarları doğrultusunda karar istihsal ediyorlar.

Evet, hukuk ve yargı taraftır ama sadece ve sadece evrensel hukuk ilkelerine taraftır.

Devletin üç temel erki arasında ülkemizin en sorunlu devlet erkinin yargı olduğunu biliyorum.

Benim kanaatime göre yargımızın en temel problemi ne bağımsızlık ne de tarafsızlık sorunudur.

Yargının temel sorunu nitelik sorunu yani evrensel hukuk prensiplerinden kopukluğu sorunudur.

Türkiye’de maalesef iki tür yargı, iki tür hukuk anlayışı var; birincisi ulusalcı laikçi yargı, ikincisi ise ulusalcı muhafazakar yargı.

Kimileri bu “ulusalcı” ortak payda zemininde daha laikçi, kimileri ise daha muhafazakar ama ortak paydaları ulusal hukuk anlayışı yani Anayasanın 90. Maddesinin son paragrafında AK Parti’nin 2004 senesinde yaptığı muhteşem değişikliği görmemeleri, daha da mühimi yargının ulusal olamayacağını görmek istememeleri.

23 Ocak günkü yazısında Sayın Ahmet Kekeç (Star) şöyle yazıyor: “Biz bu yargıya güvenmiyoruz. Bütün darbeleri meşrulaştıran, icabında “Başbakan asan”, icabında Sıkıyönetim Mahkemeleri ihdas eden, icabında darağaçları kuran, icabında ideolojik tavır bu yargıya niçin güvenelim ki?”

Ahmet Kekeç’in bu ifadesine büyük ölçüde katılıyorum ama bir noktanın eksik vurgulandığı kanısındayım.

Yargının güvenilmez oluşunun temelinde bağımsızlık ve tarafsızlık sorunu yatabilir, ideolojik tavırlar olabilir ama tüm bu olumsuzlukların ortak noktası yine de hukukun, bizim hukukçuların evrensel prensiplerinden kopukluğudur, hatta bu prensiplerden nefretleri, en önemlisi hukukun ulusal bir alan olduğuna inanmalarıdır.

Evrensel hukuk prensiplerinden kopuk olduğun sürece laikçi olsan ne yazar, muhafazakar olsan ne yazar; yukarıda değindiğim “ulusalcı laikçi-ulusalcı muhafazakar” ortak paydası tam da budur.

Bu ulusalcılık sefaletini aritmetik olarak da tanımlayabiliriz.

2012 senesi sonuna kadar AİHM’de Türkiye’den gelen şikayetlerin 2870’i karara bağlanmış, bu dosyalardan 2521’inde, yani yüzde 88’inde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin en azından bir maddesinin ihlal edildiğine karar verilmiş.

Bu durum gerçekten Türkiye yargısı için bir UTANÇ manzarasıdır.

AİHM’de Türkiye’nin tazminatlar ödemesine neden olan bu evrensel hukuk prensiplerine aykırı kararları kimler almış dersiniz?

Çok büyük oranda bizim yüksek (!) yargımız almış bu kararları.

Başka bir ifadeyle de ister laikçi, ister muhafazakar olsun, ortak paydaları ulusalcı hukuk anlayışı olan yüksek yargıçlarımız.

Bizim yargının temel sorunu niteliksizliktir, dışa kapalılıktır, bağımsızlık ve tarafsızlık detaydır.

Bu ortamda, bu kalite sefaletinde HSYK tartışmaları biraz havada kalmıyor mu?