Tarih, geçmişte olanı değerlendirir, gelecekte olacakları değil!

Birinci ve İkinci Dünya Savaşları dönemi, o şartların da zeminini hazırladığı korkunç diktatörlerin arka arkaya zuhur ettiği bir zaman dilimiydi...

Kendisini gördüklerinde, on milyonlar tarafından, sağ eller bir çelik yaydan fırlamış ok gibi, sert bir hareketle omuz hizasında havaya kaldırılıp, adeta 'hipnotize' olmuşçasına, ' Heil Führer!' 'Çok yaşa Yüce Önder' diye çılgınca selamlanan Adolf Hitler, Birinci Dünya Savaşı sonunda, 1918'de Almanya'nın -tıpkı müttefiki Osmanlı ve diğer müttefikleri gibi- uğradığı korkunç yenilgiler içinde 15 yıl debelenen ülkesini kurtarmak ve düşmanlarından intikam almak için- iktidara geldiği 1933'ten itibaren 6 yıllık bir hazırlıktan sonra, Eylul -1939 başında başlattığı ve 6 yıl süren İkinci Dünya Savaşı kesin yenilgisiyle sonuçlanmasaydı, büyük 'dahi' stratejistlerden birisi olarak anılırdı.

*

Asıl adı Josef Çugaşvili olan ve (çelik adam) manasına gelen müstear ismiyle tanınan Stalin de, 2. Dünya Savaşı başında, 25 Ağustos- 1939'da, Hitler'le yapılan antlaşma sonunda Avrupa'yı paylaşmıştı...

Ama Hitler'in 1941 sonunda aniden Sovyet Rusya'ya da saldırması üzerine; Stalin, 'kapitalist emperyalizmin lideri olan Amerika'ya sığınarak, komünist Sovyet Rusya'yı kurtarmış ve bundan dolayı bir 'dâhi' olarak anılmıştı, özellikle komünistler arasında... Saf değiştirmeler sadece askeri savaşlarda olmaz; ideolojik ve fikrî savaşlarda da bazen önemli zikzaklara rastlanır.

Stalin saf değiştirmeseydi ve de Hitler yine yenilseydi, Stalin de, 'savaş suçlusu muamelesi görecekti. Ama, savaşın sonunda, Hitler intihar edeceğini; sadece 'psikopat' değil, bir 'dejenere psikopat' olarak niteleneceğini kim öngörebilirdi?

*

Stalin ise, o hengamede, bütün Doğu Avrupa ülkelerinin hükûmetlerini , içlerindeki yerli komünistler aracılığıyla ele geçirerek, Sovyet Rusya'ya ve 'komünist enternasyonal'e bağlamıştı ve de komünistler için, artık, erişilemez ve aleyhinde konuşulamaz bir 'tabu' ve hatta bir 'tanrı' konumunda gelmişti..

*

Rusya'nın 30 yılı bulan bir süre Dışişleri Bakanlığı'nı yapan Gromiko, Stalin'in ölüm sahnesini anlatırken; 'Sovyet Komünist Partisi'nin Yüksek Prezidyum üyeleri yatağının etrafındaydık... Yüce Şef'in çok acı çektiği anlaşılıyordu. Ve, başı yan tarafa düşüvermişti. O ölümsüz zannettiğimiz Tanrı'mız ölmüştü ve biz hayretler içinde kalmıştık...' der.

Bizde, ideolojik manada bir komünist olan N. Hikmet, Stalin'in 5 Mayıs 1953'de ölmesi üzerine, o kadar duyguluydu ki, 'Önce kim kime başsağlığı dileyecek?/ Kim kime, 'metin ol kardeşim' diyecek? / Hepimizindi o, hepimizindir.' diye mersiye / ağıt yazmıştı..

Ama, Stalin'den sonra Sovyet Rusya lideri olan Nikita Kruşçef, Komunist Partisi'nin 1956 yılındaki 20. Kongresi'nde, 'Tarihimizin gördüğü en zalim olan Korkunç İvan'dan da daha kanlı ve zalim bir diktatör...' diye Stalin'e beklenmedik bir lânetleme başlattığı zaman, delegelerden birisi, 'Sen neredeydin o zaman?' diye itiraz etmeye kalkışmış ve Kruşçef, 'Kimdir o?' dediğinde, kimse meydana çıkamayınca; Kruşçef de, 'Her kim isen, senin bulunduğun yerdeydim!.' diyerek o zulüm dönemine hep birlikte boyun eğildiğini anlatmak istemişti.

Böyle topluca boyun eğmeler nice toplumlarda da vardır.

N. Hikmet, o 'Stalin lanetlemesi' karşısında ne yapacağını belirleyememiş ve Kruşçef'in 1956'da başlattığı 'destalinisation' (Stalin'in izlerini silme) hareketine, ancak, ölümünden 6 ay kadar önce, Kasım-1962'de yazdığı şu şiirle katılmıştı:

"Taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kağıttandı...

İki santimden yedi metreye kadar,

Taştan -tunçtan- alçıdan ve kağıttan çizmeleri dibindeydik...

Şehrin bütün meydanlarında...

Parklarda ağaçlarımızın üstündeydi;

Taştan-tunçtan-alçıdan ve kağıttan gölgesi...

Taştan-tunçtan -alçıdan ve kağıttan bıyıkları

Lokantalarda içindeydi çorbamızın...

Odalarımızda taştan-tunçtan-alçıdan,

Kağıttan gözleri önündeydik...

*

Yok oldu bir sabah...

Yok oldu çizmesi, meydanlardan...

Gölgesi, ağaçlarımızın üstünden...

Çorbamızdan bıyığı,

Odalarımızdan gözleri...

Ve kalktı göğsümüzden baskısı,

Binlerce ton taşın -tuncun- alçının ve kağıdın..."

Bu gibi örnekler dünya siyasî tarihinde hiç de az değildir. N. Hikmet'in bu şiirini, 'Darısı, sizin başınıza!' diye temennilerle sunacağımız nice toplumlar bulabiliriz.

*

İkinci Dünya Savaşı'ndan söz etmişken, Tayyib Bey'in geçtiğimiz günlerde bir ölüm yıldönümü dolayısıyla yaptığı konuşmada, '10 yıl daha yaşasaydı, -yani, 2. Dünya Savaşı esnasında ve sonrasındaki yenidünya düzeninin kuruluşunda hayatta olsaydı demek istiyor olmalı- kim bilir neler olurdu...' kabilinden teessüfle sarf ettiği bir cümleyi, doğrusu, hiç beklemiyordum.

Üstelik de, nicelerinin, tuhaf bir takım yeni yönelişler içinde oldukları son yıllardaki bir zaman diliminde...

Tarih, geçmişte olanları değerlendirir, bugüne de o tarihî geçmişe dayanarak bir yorum getirir; ama 'Öyle olmasaydı, şöyle olurdu...' gibi yorumlar bir varsayımdan ibarettir. Çünkü gelecek zaman, -beşer planında- kimsenin elinde değildir.

*

Ancak, bu noktada, İsmet Paşa muhalifi bazı Kemalist çevreler, 'Ege'deki '12 Ada,' İnönü'nün beceriksizliği yüzünden kaybedildi; M. Kemal olsa öyle olmazdı.' derler.

'12 Ada'yı Osmanlı, Balkan Savaşı'ndaki ağır yenilgiden sonra İtalya'ya bırakmıştı; İtalya bir gün oralardan çekilecek olursa, Osmanlı'ya iade edeceği'ni de taahhüd ederek...

İkinci Dünya Savaşı'nda İtalya da yenildi ve 12 Ada'dan de çekilecekti, elbette... Bu adaların, Osmanlı'nın yerine geçen 'Türkiye'ye, 'iade edilmesi' gerektiği hatırlandıysa da, Türkiye o savaş esnasında, 'silâhlı tarafsızlık' ilân ederek, savaş dışında kaldığından; İnönü, o zamana kadar savaşa girmeyip, savaşın sonundan faydalanmaya kalkışmanın doğacak muhtemel sonuçlarını göze alamadı. Yunanistan da, savaşta galip gelen tarafın himayesine mazhar olduğundan, savaşın sonuçlarından, galip devletlerin göz kırpması ile '12 Ada'ya el koydu. Türkiye, Ege'de böyle sıkışmış duruma düştü, hâlen de olduğu üzere...

Tayyib Bey, bu sıkıntılı durumdan dolayı, böyle diyor, belki...

Ancak unutulmamalıdır ki, M. Kemal'in, henüz 'paşa' olmadığı yıllardan beri 'Balkanlar ve Arap diyarlarından ve Anadolu'ya en yakın 1-2 ada hariç, Ege'deki bütün adalardan da vazgeçip, Anadolu'ya çekilmek' fikrinde olduğunu, Falih Rıfkı, 'Çankaya' isimli biyografik eserinde etraflıca anlatır.

Kaldı ki, M. Kemal'in, kendi doğduğu şehri, Selânik'i bile geri almak konusunda hiçbir teşebbüste bulunmadığı da bilinir.

Falih Rıfkı, ayrıca, M. Kemal'in, henüz 18-20 yaşlarındayken, Selanik'teki bir Rum meyhanesinde akşamları, arkadaşlarına açtığı geleceğe ait düşünce ve tasavvurların hiç birinden vazgeçmediğini de belirtir. Bu bakımdan, '10 yıl daha yaşasaydı...' cümlesiyle anlatılmak istenen neydi, bilmiyorum...

Haa, bu arada, Birinci Dünya Savaşı' sonrasından beri, Suriye'yi işgali altında tutan Fransa'nın, Hatay'ı Türkiye'ye vermesini ise, hem Maraş, Urfa, Antep, Adana ve Mersin bölgelerindeki işgale karşı beslenen olumsuz duygulardan kurtulmak ve hem de Kemalist devrimlerin devamı için teşvik ve teşekkür olarak Türkiye'ye bıraktığı da hatırlanması gereken bir diğer konu...

Serbestçe tartışılamayan bir dönem üzerine daha fazla söze gerek var mı?

*