Tarihimiz, yazık ki, hak ölçüsüne göre değil, güce göre şekilleniyor

Ülke günlerdir İzmir BŞ Belediye Başkanı'nın sözleriyle çalkalanıyor. Birisi, bir kuyuya bir taş attı, 40 kişi onu çıkarmak için uğraşıyor.

Bülend Ecevit, ömrü boyunca İzmir Beld. Başkanı ile aynı çizgide denilebilecek şekilde konuşmuşken, ölümünden bir-kaç ay önce, 'Sultan Vahdeddin'in yanlışları-hataları olmuştur, ama, o bir hain değildi.' dediğinde, 'kemalist-laik' taife küplere binmiş ve bu konu Süleyman Demirel'e sorulunca, o da, 'Türkiye henüz bu tartışmayı kaldıramaz.' demişti. Bu konu hâlâ da konuşulamıyor.

Tarihçi Ortaylı da, 4 Ağustos 1913 tarihinde Milliyet'teki yazısında Enver Paşa'yı anlatmaya çalışırken, 'Türkiye'nin yakın tarihi trajik çözülmezliklerle doludur. Bir anda değerlendirilebilecek bir dönem değil. (...) Yüzyıla yaklaşan zaman, artık bu konuda değişik yorumları elbette getirecektir ama henüz olayları dahi çok iyi öğrendiğimizi söyleyemeyiz. (...)' diyordu.

*

Tarih'in, gaaliblerle mağlûbların/ yenenlerle yenilenlerin arasında geçenleri kaydettiği kabul edilir. Böyle olunca da, ortaya iki farklı metin çıkar; galiblerinki, resmî tarih yorumu sayılır ve hattâ resmî ideoloji olur; mağlublarınki ise, gizli tarih olur ve o taraf galib gelinceye kadar da öyle kalır.

Bir de, iki taraf arasında ortada kalan büyük kitleler vardır ki, hangi taraf kazanırsa, o tarafı alkışlarlar. Bu, hemen hemen bütün toplumlarda böyledir.

*

İzmir'in 'Yunan işgali'nden kurtarılışının 100. Yıldönümü dolayısıyla, İzmir Beld. Başkanı, işgalciler konusunda konuşmak yerine, 24 Temmuz-1923'de imzalanan Lozan Andlaşması'ndan 3 ay kadar sonra ve galib devletlerin ve özellikle de İngiliz emperyalizminin tavsiye ve dolaylı dayatmasıyla, 600 küsur yıllık 'saltanat' rejimi yerine 24 Temmuz 1923'de imzalanan Lozan Andlaşmasıyla kurulan ve halkın ekseriyeti demek olan 'cumhûr'la hiç alâkası olmadığı halde 'Cumhûriyet' adını taşıyan bir yeni rejime geçildi; o zaman için kurtarılabilen coğrafya ile elimizde kalan toprak parçası/ülke üzerinde.

*

Sözün burasında, bir 'Devlet'ten söz edebilmek için, özellikle de şu üç ana unsur üzerinde anlaşmamız gerekiyor: Devlet, başka bir gücün hâkimiyet hak ve yetkisi olmayan sınırları belli bir coğrafya /ülke'de; bir arada ve hür iradelerine göre yaşamak iradesini ortaya koyan bir halk ve bu halkın sosyal yönetimini üstlenmek üzere oluşturulmuş bir idare/ yönetim mekanizması/ rejim

*

Bu üç unsur ve terim üzerinde anlaşılamaz veya bunların yerli yerinde kullanılmasına genelde dikkat edilmezse, Devlet de anlaşılamaz ve bizde genelde olduğu üzere, rejimle Devlet karıştırılır. 1923'den sonraki yeni rejim, doğrudur, bir yönetim mekanizması değişikliğidir, yeni bir rejim kurulmuştur. Ama yeni bir devlet değil, sadece yeni bir rejim.

Bu bakımdan, bir rejim kurucusuna 'devlet kurucusu' denilmesi yanlış olduğu gibi, 'bir 'rejim kurucusu'na 'ülkenin kurucusu' denilmesi de yanlıştır. Çünkü 1000 yıla yaklaşan öncelerden beri, gerek manevî güçle ve gerekse silah gücüyle fethedilen bu topraklarda yukarda belirtilen ölçüler içinde hâkim olan 'halk' biziz; yani, hangi etnik kökenden olurlarsa olsunlar, Müslümanlar.

Müslüman cedlerimizin, başka hâkimiyet odaklarını bertaraf ederek, belirli sınırlar içinde oluşturdukları hâkimiyet alanları, coğrafya/ ülke de, biz Müslüman halkların...

*

Ancak, Müslümanların 'Rejim/yönetim mekanizması' konusunda, Hz. Peygamber (S) ve Hulefâ'y-ı Râşidîn'den sonraki dönemler boyunca problemleri hep olagelmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (S)'in sunduğu ilahî mesajı hür iradeleriyle kabul edenler topluluğu olan İslâm Milleti, O'nu sosyal hayatlarının tanzimindeki en üst beşerî otorite olarak da, rızalarıyla kabullenmişlerdi.

O'nun dünya hayatından rıhletinden sonra, İslam Milleti, yönetim mekanizmasının başında olacak olanları, ilk dört halifeyi meşveret yoluyla belirlemiştir. Ama ilk dört Halife'nin son üçünün de, başkanlıklarının, 10'uncu, 12'nci ve 4'üncü yıllarında katledilmelerinden sonra, sistem bozulmuş ve kılıcı kuvvetli olanların dönemi başlamış olup, onlar da, yönetme güç ve yetkisinin, kan soyu bağlılığına göre intikali esas alındığı saltanat sistemlerini geliştirmişlerdir.

Bu sistenler de, başka güç odakları tarafından yenilgiye uğratıldığında ve başka saltanatlar gelmiştir.

*

İslâm Milleti, başka çare olmadığı zaman, bu saltanat sistemlerine, inançlarının kaynağı olan Kur'an ve Sünnet'in genel çerçevesine uymaları nisbetinde itaat etmişler; aksi takdirde ya kerhen itaat ya da isyan, ayaklanma yollarına başvurmuşlardır. Ama sosyal sınıflar arasında adâleti, ahlâkı, ihsanı/ iyiliği başarılı şekilde koruyan saltanat sistemleri uzun ömürlü olurken; bu temel özellikler yitirildiği zaman ise, inkıraz kaçınılmaz olmuştur.

*

Bu açıdan bakıldığında, -'fakir'in, 'Göçebe Çadırından Cihan Hâkimiyetine. SELÇUKOĞULLARI' ismiyle hazırladığı ve İnkılab Basın-Yayın' tarafından yayınlanan eserde anlatmaya çalıştığı üzere-, Mâverâ'un-Nehr kıyılarındaki göçebe çadırından, -miladî 900'lü yılların ortalarında- başlayan mücadele, 'vâcib-ur'riayeh/ itaat edilmesi vâcibdir' hükmünün sembolik belgelerini, her ne kadar gücünü yitirmiş olan Bağdad'daki Abbasî Halifesi'nden alsalar da- Hz. Peygamber (S)'den sonraki devletimizin hukukî silsilesi dışında oluşan bir devlet yapısına dönüşmüş olup, bu devletin, Selçuklular'ın yönetim mekanizması, Moğol İstilâsı'yla kesintiye uğradıysa da, ortaya çıkan yığınla beyliklerin her birisi de kendisini, Selçukluların uzantısı olarak görüyorlar ve gösteriyorlardı.

Aynı uzantının bir kolu olan Osmanlı da, son ânına kadar, bu çizgiye riayet etmişti. Hattâ, Ankara'daki -yeni devletin değil- yeni rejimin kurucu kadroları da makamlarını, rütbelerini, yetkilerini, maaş ve makamlarını ve meşruiyetlerini, 29 Ekim 1923'e kadar, başında Sultan Vahiduddin'in bulunduğu saltanat rejiminden alıyorlardı. Bizzat M. Kemal de, onun tarafından gönderiliyordu, sadece asker üzerinde değil, mülkî âmirlikler üzerinde yetkili 'Ordu Müfettişi' olarak.

(Bu yazıya, inşaallah 18 Eylûl Pazar günü de devam edelim...)