Tarihin en büyük sahtekârlığı

Hep okuruz... Çoğu “itiraf” sadedindedir... Solun “şiddet”le ilişkisini kurcalayan ürpertici, irkiltici, çoğu “içeriden tanıklık”la kotarılmış yazılar. 

Şiddet, bir enstrümandır sol düşünceye göre.

Makbul bir enstrümandır üstelik.

Hangi mücadeleci-sol metne bakarsanız bakın, mutlaka “devrimci şiddet” lafzıyla karşılaşırsınız... Bu söz, “devrimci şiddetin tarihsel meşruiyeti” gibi parlak ifadelerle süslenir bir de...

Şiddet, amaca giden yolda “arızî” ve “olması gereken” bir uygulama olarak görülür.

Duvar yıkıldı, “Sovyetik” siyaset tarzı tarihe karıştı, hâlâ Pol Pot’a ve kıyıcı devrimci Stalin’e övgüler düzen metinler okuyoruz... “İnsan sevgisi”ni dilinden düşürmeyen şairlerimiz hâlâ şiddet güzellemeleri yapıyor... Hâlâ ölümler kutsanıyor... Tarihin en büyük sahtekârlığı “devrimci pratik” diye değer görüyor...

Stalin övgüsünde yarışanlardan birini, Gezi kalkışmasından hemen sonra, Kadıköy’deki bir barış mitinginde izlemiştim. “Cebinde revolver” olan şair hani...

Kurak dünyamızdan yakınıyordu. “Bugün Stalin aramızda bulunmadığı için bu halde olduğumuzu” söylüyordu.

Bugün aramızda bulunmayan Stalin’e bakıyoruz ve milyonlarca ölü beden görüyoruz. “Devrimci şiddet” gereği hoş görülen ve onaylanan ölümler.

Şair bunu görmüyordu, görmek istemiyordu.

Bakmıyordu bile.

Baksa, Tataristan ve Başkurdistan’da yıkılan binlerce camiyi, yurtlarından edilen ve öldürülen 66 milyon insanı, Sibirya’nın beyaz cehennemini, muhalif sanatçılara reva görülenleri, Anna Ahmatova’yı filan görecekti.

Kurak dünyamızı daha da kurak hale getirenler kimlerdi peki?

Buna da bir cevabı vardı elbette şairimizin:

Bazı politikacılar.

Bu bazı politikacıların “yerli” olanları, daha farklı bir aymazlık içindeydiler: Havaalanı ve köprü yapmak istiyorlardı, içkiye yasak getiriyorlardı, “çözüm süreci” adı altında vatanı satıyorlardı.  

Barış mitinginde konuşan şairimiz, sözlerini, “Kaçış yok, halk mahkemelerinde yargılanacaklar. Havaalanları, köprüleri ve enerji santralleriyle birlikte bu dünyayı başlarına yıkacağız” mealinde, anlamlı bir barış mesajı vererek bitirdi.

Şaşırmadık.

Şaşırmıyoruz artık.

Haşmet Babaoğlu’ndan ilham alarak söylersek “popülerleştirilen” sol düşünce, şiddeti, cinayeti, toplu öldürümleri “tolere edilebilir bir sapma” olarak görüyor ve bu “hal”le yüzleşmiyor. Yüzleşme girişimlerini de, “ihanet” terimleriyle yargılıyor.

Önceki gün, iki sol terörist, “halk mahkemeleri”nin ölüm cezasına çarptırdığı bir cumhuriyet savcısını makamında rehin aldı. Ve infaz kararını gerçekleştirdi. Yani, bir “halk çocuğu” olan savcıyı beş kurşunla oracıkta öldürdü.

Bütün dünyanın “terör” saydığı, sayacağı bu hadise, belli mahfiller tarafından “devrimci eylem” olarak değerlendirildi ve neredeyse kutsandı.

Bu “belli mahfiller”in, ülkemizdeki “sol düşünce topluluğu” olduğunu hatırlatmaya gerek var mı?

Gazetecisiyle, siyasetçisiyle, akademisyeniyle, sendikacısıyla, sivil toplum örgütçüsüyle, sahne sanatçısıyla, şairiyle, kendine has bir dili ve jargonu olan, şartlar nereye doğru evrilirse evrilsin, hep haklı çıkan, hep haklı kalan tuhaf bir topluluk. Ortaya bir “bakış” çıkardığı için de, edebiyat ve sanat iktidarları tarafından sürekli kollanan bir topluluk...

Siyah maskeyle eyleme kalkıştığınızda, “IŞİD’ci, eli kanlı terörist” oluyorsunuz...

Kırmızı maskeyle eyleme kalkıştığınızda “devrimci” sayılıyorsunuz.

Bakış bu... Ve ne yazık ki “haklılığını” sürdürmeyi başarıyor...