Tarkovski’ye Mihrimah Sultan sorusu

Üsküdar Mihrimah Sultan Camii, bir süredir devam eden restorasyon çalışmalarının ardından hafta içinde yeniden açıldı. İlk açılışı 1548’den, son açılışı 2014 yılına kadar kimbilir kaç bin kez basılmaktan eğrilmiş taşları, kim bilir kaç kar fırtınasını taşımaktan bıkmamış kubbesi, yağmur sularının sabırla aktığı vefakar taş olukları ile asırlara tanıklık ediyor bu camii...

Çocukluğumuzda “Kız Camisi” derdik. Prenses Mihrimah Sultan’ın hem Ay’ı hem de Güneş’i taşıyan ismiyle Ramazan’da birer mahya gibi iki minarenin arasına gerilen mehtap, eski güzel hatıralardan. “Kız Camii”leri ikidir, diğeri Edirnekapı’dadır. Sanki havada uçuyormuş gibi duran Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camindeki akşam hüznü ve mistik sessizliğin aksine... Üsküdar’daki Mihrimah’ta, hayat, sanki bir atar damarda hızla yol alan kan gibi akar. Mihrimah’ların birisi gündüzken, diğeri gece gibidir.

***

Mimar Sinan’ın üsluplaşmış tekrarlarını, Bosna’dan, Üsküp’ten başlayarak tüm Anadolu üzerinden, Şam’a, Halep’e, Medine’ye kadar takip etmek mümkündür. Sanki bir tane Mimar Sinan yoktur da binlerce Mimar Sinan, Osmanlı coğrafyasının farklı diyarlarında birbirlerinden habersiz olarak çalıştıkları halde, birbirlerinin kardeşi eserler koymuşlardır ortaya... Garip bir sır gibidir bu. Belki mimari ruhu veya üsluplaşmış zevk harmonisi de diyebiliriz buna...

Sadece ihtişam mıdır Osmanlı mimarisini tasvir edecek söz? Hiç sanmıyorum. Tıpkı sadece tezyinat esasına dayalı bir sanat kaprisi de diyemeyeceğimiz gibi. Batı’da, Kraliyet ailesinin ve soyluların yaptırdığı eserler, genelde mülke dair egemenlik işaretleridir... Halbuki Osmanlı bakiyesi eserler, ilk günden beri halkın kullanımına, toplumsal ihtiyaçlara cevap vermek insiyatifiyle inşa olmuştur. Özellikle Hanım Sultan’ların yaptırdığı aşevleri, mektepler, hastaneler, çeşmeler, sivil mimarinin toplumla sarmaş dolaş olduğu hayati bir ilişkiyi kurmuştur.

Osmanlı eserlerinin ihtişamı; edatlarının büyük ve yüksek olmasından değil, hayatın içinde paylaşıma, ihtiyaca cevap vermeye, iyiliğe, yardımlaşmaya dair yaptıkları vurguyla alakalıdır. Hayatın bereketi sağlar onun ihtişamını. Veya “iyilik defterinin ölümden sonra da açık kalması”na has temiz niyettir bu eserleri baki kılan...

Her dönemin ruhu, alamet-i farikası, o döneme has mimari eserlerle tecessüm eder. Bizim şimdiki halimizi özetleyen toplu konut, alışveriş merkezi ve gökdelen aşkımız da böyle! Uzun susturulmuşluklar, ötekileştirilmeler, sindirilmelere maruz kalmış mütedeyyin kesimin; başarı ve kariyer patlaması, özgüven tazelemesi, “ben de varım” teziyle makulleşebilir belki bu tercih... Ama kendini tarif ve ruhu yansıtış biçimi, maruz bırakıldığımız “küçüklük kompleksi” üzerinden kurulamaz. Dolayısıyla bugünkü mimarinin üsluplaşma şansı neredeyse yok gibidir. Zira, geçmişe dair refleksler üzerinden kurulamayacağı gibi, geçmişin antitezi olmak üzerinden de kurulamaz çünkü üslup dediğimiz şey... Evet, üslup kurulurken tüm bu yan etmenler de etkindir ama mimarinin ruhu ve bekası, onun hayata oluğu kadar ölümden sonraya bakışıyla da ilgilidir. Ziggurat’lar, Sfenks’ler, Antik tiyatrolar, Arena’lar, Tac Mahal, Kervansaraylar, hayatın ölümle bitiştiği uzun yolculuklarını, yüksek gerilimli varoluş sorularını, asırlara meydan okuyarak terennüm ediyorlar. Bir gökdelenin veya devasa alışveriş merkezinin, ahirete dair merak ettiği hiç birşeyi yoktur oysa! 

***

“İnsanın asıl sorunu, anlama dairdir. Hayatın anlamının bilgisine sahip olarak yaşamıyoruz oysa. Dünyayı sadece pragmatik, kâra dönük, avantaj arayan taraftan algılamaya çalışmamız ne kadar ilginç!” diye isyan ediyor Andrey Tarkovski. 

“Fayda” konusunu onun kadar yabana atamam, çünkü ben bir kadınım. Fayda’yı; ihtiyacı görme, açı-açığı kapama, eksiği tamamlama, birleştirme ve buluşturma manalarıyla bütünleştirebilirsek... Dünya ve sonrası arasında bir köprüye de dönüşür sanat.